HlTlT TIBBININ ANA HATLARI – AHMET ÜNAL


image

I. GiRiŞ

Birçoklarımız bilerek veya bilmeyerek eski medeniyetlere hayranlıkla bakıyor, bu medeniyetlerin yaratıcılarının birtakım konularda bugüne nazaran daha ileri olduklarına inanıyoruz. Hepimiz milattan 3 bin yıl önce eski Mısırlı hekimlerin beyin ameliyatı veya diş dolgusu yaptıkları gibi haberleri, popüler kitaplarda veya gazete sütunlarında oldukça sık okumuşuzdur. Ancak birinci elden kaynaklara inip, yazılı belgelerin ışığı altında o medeniyetlerin verilerini araştırdığımızda, bu tür savlardan birçoğunun, yanlış yorumlar sonucu ortaya çıktığını görüyoruz.

Herkesin büyük ümitlerle baktığı, bir mucize beklediği ve sayıları 30 bini geçen Bogazköy Hitit arşivi tabletlerinden hareketle din, hukuk, bilim , teknik, edebiyat, güzel sanatlar, felsefe, matematik, ekonomi, coğrafya, tarih, astronomi, harp tekniği, sosyal ve ekonomik yaşam, tıp, doğa gözlemleri v.s. ve daha birçok konularda derinlemesine bir inceleme yapıldığında araştırıcı, yönelttiği ve metinlerden yanıtını beklediği sorunlardan bazı hallerde %70’in üzerinde bir oranın açık kaldığını görünce hayretler içinde kalıyor.

Bu arşiv arasında örneğin, „falanca kral veya adam öldüğünde 65 yaşındaydı; askerlerin birçoğu harpte yaralandı; bugün kar yağıyor; bay-bayan X kara saçlı, kara gözlü, güzel-çirkin bir kimseydi; X merdivenleri inerken ayağı kaydı ve düştü; deprem oldu “ v.s. ve daha bunun gibi binlerce, insanın dış ve ruh dünyası ile ilgili birgok şeylerin hiç ifade edilmemiş olduğunu görüyoruz. Bu durum tabiatıyle bu arşivin bir kraliyet arşivi olması, yalnız kral ve kraliyet ailesiyle ilgili konuları kapsaması, halkla ilgili hemen hiçbir konuya yer vermemesinin bir sonucudur.

Hitit ve genel olarak eski doğu insanının dünyaya bakış şekli de elbette büyük rol oynamıştır. Ion doğa düşünürlerine kadar, kim ne derse desin, bu konuda fazla bir ilerleme yoktur.

Yalnıca var olanları değil, eksik olanların da bir „olumsuz kataloğu“nu yapmak, araştırıcı için elbette büyük yararlar sağlamakta, belirli bir uygarlığı daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında, Hitit tıbbına da bir göz atıp, insanlığın çok önemli ve kaçınılmaz bir konusunu oluşturan bu dalda Hititlerin neleri bilip, neleri bilmediklerinin kısa bir bilançosunu vermek,
yararlı olacaktır.

Şimdiye dek bu konuyla ugraşan araştıncılar, haklı nedenlerle bir Hitit tıbbı olmadığı , Hititlerin dünya tıp bilimine hiçbir şey katamadıkları kanısındadırlar . (1)

Son zamanlarda Hitit tıbbı üzerine bir doktora tezi yazmiş olan C. Burde bunun aksi kanıdadır. Bazı tek tük ilaçlara dayanarak ve sünnetsiz erkeklik uzvunun tedavisinde ayrı yöntemler uygulanmış olduğu tezinden hareketle, Hititlerin Babil tıbbını aynen kopya etmiş olmakla birlikte, ona bir takım katkılar yaptıklarını öne sürmektedir .(2)

Hititçede „tıp“ sözcüğünün karşılığı dahi yoktur. Hint – Avrupai dillerdeki „medicina, medicus, medicine “ v.s.’nin kökü *med – „ölçmek, ölçülü olmak“ ile ilgilidir. (3) Hititçede bunun benzeri bir kelime yoktur. mat – „katlanmak, cesaret etmek“ fiili herhalde bu kelimeyle etimolojik ilişkiye geçirilemez.

MÖ. I. bin yılın ikinci yarısında medeni dünyanın hiçbir yöresinde görülmeyen bir zirveye ulaşan ve Achamenid sarayına Istanköy’lü Apollonides ve Knidos’lu Ktesias gibi doktorlar gönderen, modern hekimliğin babası gene Istanköy’lü Hippokrates’i ve daha sonra da Lokman Hekim‘ i yetiştiren batı Anadolu’nun, eğer tabiri caizse MÖ. II. bin yılda bir „cehalet devri“ yaşamış olması, insanı gerçekten şaşırtıyor.

O Hippokrates ki (MÖ. 460-370) bir hastalığın teşhisinde esas aldığı faktörleri şöyle sıralamaktadır:

„insanın tabiatı, hastalık durumu, hastanın bizzat kendisi, verilen ilaçlar, verilmesi gereken ilaçlar, hava durumu, arazinin yapısı , alışkanlıkları, yaşam tarzı , uğraşları, yaşı , konuşmaları, davranışları, suskun olup olmadığı, düşünceleri, uykusu, uykusuzluğu, gördüğü rüyaların cins ve zamanı , saçlarıyla oynayıp oynamadığı, kaşıntı, gözyaşları, ateşi, büyük ve küçük abdestleri, balgamı, istifrası, o zamana dek geçirilen hastalıkların sayısı ve silsilesi , nasıl iyileştikleri veya geliştikleri, terleme, üşüme, nöbet tutması, öksürme, tıksırma, yutkunma, nefes alma, bağırsak gazı (gürültülü veya gürültüsüz), kanama ve basur“ (4 ).

MÖ. II bin yıl Anadolu’sunda maalesef bu kadar gelişmiş bir tıp ve böyle bir hekim göremiyoruz. Buna karşın Hippokrates’ten yaklaşık bin yıl önce yaşayan Hitit prensi Kantuzili , şu sözleriyle kaderciliğin adeta somut bir örneğini veriyor:

„Yaşam ölümle, ölümse yaşamla yakından ilgilidir . İnsanoğlunun ömrü ebedi değildir. Onun günleri sayılıdır. Eğer insanoğlunun ömrü ebedi olsaydı, bir süre kötü bir hastalığa katlanabilirdi ve bu hastalık onun için bir intikam olmaktan çıkardı“ (5).

Mukayeseli dil bilime dayanarak erken devir Hint – Avrupai kavimlerde tip bilimine baktığımızda, tedavi yöntemlerinin hakim olan uğraşı sahalarına göre şu üç sınıfa ayrıldığını görüyoruz (6):

1 — Din ve dolayısıyle rahiplerin hüküm sürdüğü toplumlarda büyüyle tedavi (mathro. baesaza -) .
2 — Savaşçı toplumlarda „bıçak“la tedavi, yani cerrahi kareto. baesaza-) .
3 — Tarımla ugraşan toplumlarda şifalı otlarla tedavi ,
(urvaro. baesaza-. )

Eğer Hitit tıbbını bu kategorilerden birine sokmak gerekirse bunun, tarımla ugraşan bir toplum olarak droglara (hit. wassi- , ak. SAMMU ) dayanan bir tip olduğunu, aşağıda vereceğimiz bilgilerden sonra görecegiz. Ancak bu arada dinin de etkisi büyük olduğundan, büyü ile tedavinin de büyük yer tuttuğunu izleyecegiz. Bu sonuncu faktör MÖ. 13. yy. da ağırlığını gösteren Hurri etkilerinden sonra daha da artmıştır. Majik ritüellerin pek çoğu Hurri , Luvi ve Arzava kökenlidir. Savaşçı bir kavim olmalarına rağmen, cerrahinin, tabii metinlere aksettiği ölçüde, Hititlerde hiç yer almadığını görüyoruz.

Sosyal yaşamın tüm diğer yönleri gibi, hastalıklar konusu da tanrılarla çok yakından ilişkilidir. Hititçede „hastalanmak, hasta olmak“ sözcügü (istark- ) geçişli bir fiildir (7) , ve bunun çoğu zaman belirtilmeyen öznesi, tarihi devirlerde unutulmuş ve kalıplaşmış olmasma rağmen, tanrılar veya demonlar olacaktır. Bundan dolayı, açlık, kıtlık, doğal afetler, hastalıklar v.s. gibi ilahi cezalardan kurtulmanın tek çaresi, tanrılara gerekli ihtimamı göstermek, onlara hiyerarsik bir şekilde programlaştırılmış olan kurbanları zamanında sunmaktı .(8)

Diğer taraftan, tanrılar da aynı şekilde insanlara bağlıydılar; Romalılarda olduğu gibi „do ut des “ (veriyorum ki veresin) prensibine ve karşılıklı çıkar esasına dayanan bu bağımlılığın, tanrılar da, insanlar da farkındaydılar. Bu karşılıklı çıkarın en güzel örneğini, Kumarbi efsanesinde tanrı EA’nin , insanları yok etmeyi planlayan tanrılara verdigi şu öğütte buluyoruz:

„İnsanlığı niçin mahvetmek istiyorsunuz? Onlar tanrılara kurban sunup, ıtriyat olarak sedir ağaçı yakmıyorlar mi? Eğer insanları mahvederseniz, tanrılar varlıklarını sürdürebilirler mi ? Onlara ekmek ve şarabı kim sunacak? Kahraman Fırtına Tanrısı’nın sapana yapışıp ekin ekmesi; İştar ve Hepat’ın da öğütme taşında (un) öğütmeleri gerekmeyecek mi? “ (9).

II. Mursili veba dualarında tanrılardan vebayı durdurmalarını, aksi halde, Hatti ülkesinde herkesin öleceğini ve onlara kurban sunacak kimsenin kalmayacağını, gayet kurnazca ve açık bir mantıkla dile getiriyor. Kraliçe Puduhepa’nın adak metinleri, kocası Hattuşili’nin iyileşmesi, hayatta kalması karşılığı sonsuz vaatlerle doludur (10).

Başka bir metinde, kralın sefere çıkmadığı yıl „sefere çıkma bayramı“’nın kutlanmıyacağı yazılıdır. Bu kadar dindar olarak tanıdığımız Hitit insanının kurnazlık ve pratik zekası, gerçekten insanın takdirini kazanıyor.

Burada hastalıklarla tanrılar arasındaki yakın ilişkiyi gösterebilmek için bazı örnekler vermekte yarar vardır:

Gene Kantuzili duasına benzeyen bir metinde şunları okuyoruz:

„Bana bu hastalığı hangi tanrı verdi? Ey güneş tanrısı , o tanrı ister gökte ister yerde olsun, sen ona git ve ona sor ! Ey tanrım ben sana ne yaptım , ne günah işledim? Beni yaratan tanrım ! Kara toprağı yaratan(? ) tanrı ! şimdi ben sana ne yaptım (da bana bu hastalığı verdin?)“ (11) .

Fal metinleri hastalık nedenlerinin ve bu hastalığı yapan tanrıların araştırılıp bulunması ile ilgili olarak sorularla doludur (12).

Puduhepa, eniştesi Tattamaru’ya bir mektubunda şöyle diyor:

„Sen Tattamaru, kızkardeşimin kızını zevce olarak almıştın. Ancak talih tanrıçası (Gulses ) sana kızdı ve o senin için öldü.“ (13)

Bir fal metninde kral, bu sene mi , yoksa 2., 3., 4., 5., 6., 7., 8., senede mi öleceğini tanrısından soruyor .(14)

Gene II. Mursili veba dualarında, Hatti ülkesini kırıp geçiren büyük salgın hastalığına neden olarak şu ihtimalleri sayıyor:

1 — Tanrıların ihmali.
2 — Genç Tathalya’nın haksız yere öldürülmesi.
3 — Mısır – Hitit antlaşmasının getirdiği yükümlülüklere uyulmaması.
4 — Mala (Fırat) nehrine sunulan kurbanların ihmali.
5 — Babası I. Suppiluliuma’nın Mısır’dan getirdiği esirlerin vebayı taşımaları ve Hatti ülkesine yaymaları ki , bu sonuncusunu gerçek nedenlerin başında saymak gerekir; diğerleri ise hep tanrılarla ilgilidir .(15)

Gerçekte ise, bu esirlerin hastalıklı olarak geldikleri kesin değildir. Veba herhalde kötü bakım ve sıkışık konaklama sonucu Hatti ülkesinde çıkmış olacaktır . (16)

Diğer taraftan dualar ve majik rituallerde tanrılardan genellikle şu iyilikler istenmektedir:

Hayat (huiswatar), sağlık (haddulatar, tarrilatar), zindelik (innarawatar), uzun yıllar (MUHLA GID.DA) , sağlık , selamet (assul) , gelişme, bereket, bolluk (minumar), erkek veya kız evlatlar (DUMU MEŞ, DUMU . SAL MEŞ ), sevgi, şefkat (assiyatar), sevinç, neşe (duskaratt-), ruhun tenviri (ZI-aş lalukkima-) , gözlerin görme gücü (IGI HIA – was uskiyawar), boyunun dikliği (?) , kasgücü (?) (GU-tar), diklik [Sara appatar), cinsel kudret (tarhuilatar), muzqffer silahlar (para neyantes GlS TUKUL) , gelişme, büyüme (sisduwar), itaat (tummantiya-) (17) .

Buna karşı tanrılardan şu kötülükleri de alıp uzaklaştırmaları istenmektedir: hastalık (irman-), korku (?) (wetman- = weritema-?), harnapista-, baş hastalığı (harsanas GIG-an), insanın kötü şeyleri (antuhsas idalu INIM MES -ar) , intikam (kattawatar), diz hastalığı (ginuwas GIG -an), kalp/iç hastalığı (SA-as GIG-an) (18) .

II. DOKTORLAR

devamı pdf de
https://epub.ub.uni-muenchen.de/5390/1/5390.pdf
________________________________________

KOCAKARI YA DA CADILIK, BÜYÜCÜLÜK


12208659_10153389750379132_8896217781454988192_n

Sümerlerde Ninhursag hayat tanrıçasıydı. Asurlularda İştar hem ana tanrıça, hem de sağlık tanrıçasıydı. Mısırlıların ulu tanrıçası İsis aynı zamanda hekimdi. Hititlerin Kubaba (veya Kubebe)’sı, Friglerin Kibele’si, Efeslilerin Artemis’i, Yunanlıların Demeter’i hayat. bereket ve ölüm tanrıçalarıydı. Minoslular, Mikeneliler, Giritliler de iyileşmek için sağlık ve hayat tanrıçalarından medet umarlardı. Ölüm tanrıçası, aynı zamanda yeniden doğuş tanrıçasıydı. Asurluların ölüm tanrıçası Gula „ulu hekim“ olarak da bilinirdi. İsis de ölüm sembolleri taşırdı. Varoluş çizgisinde hayat ve ölüm birbirinden ayrılmaz gerçeklerdi.

Antik kültürlerde iyi ilahlar sağlık bilgileriyle mücehhez ve sağlığı korumakla görevliyken, habis şeytanlar hastalık ve sağlıksız yaşamdan sorumluydular. Tarihte ilk olarak Sümerler hastalık şeytanlarını tanımlamışlardı. Bu tanımlama daha sonra Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma ve Kuzey kavimleri tarafından da benimsendi. Şeytanların gücünün hastalık yaptığı inancı hristiyan eksorsizm ayinlerinin de temelini teşkil eder.

Sümer, Asur, Mısır ve eski Yunan’da M.Ö. 3000 yıllarına kadar tedavi uygulamaları hemen hemen tamamiyle rahibelerin elindeydi. O dönemlerde rahibelik yani tanrıçaların hizmetkarlığı kadınlara mahsustu. Tıbbi reçetelerde kullanılan bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler hakkında da geniş bilgi sahibi olmaları gerekirdi.

Sümer’de ülkenin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal hayatı üzerinde etkisi olan çok çeşitli rahibeler mevcuttu. İşler tapınaklarda görülürdü. Dini liderlerle politik liderler arasındaki ilişki de güçlüydü. Ur’da tanrı Nanner’in hemen hemen bütün yüksek rahibeleri kraliyet ailesinin üyeleriydi. Asur ve Mısır’da da rahibeler kraliyet ailesinden veya asillerden geliyordu. Yüksek rahibeler ve hükümdar arasındaki ilişki öylesine yakındı ki eski kültürlerde kraliçelerin çoğu aynı zamanda tapınak hekimleriydi. Ur’da M.Ö.3000 yılında yaşamış kraliçe Şubad’ın mezarı açıldığında sadece gıda maddeleri değil, aynı zamanda ağrı kesici reçetelerle, bronz ve çakmak taşından yapılmış tıbbi aletler de bulunmuştu.

M.Ö.2300 yılında yaşamış Mentuhetep, M.Ö.1500 yılında yaşamış Hatşepsut ve M.Ö.100 yılında yaşamış Kleopatra gibi Mısır kraliçeleri’nin çoğu ünlü hekimlerdi. Mısırdaki mabet ve mezarların duvarlarındaki resimler sık sık kadınları rahibe/hekim rolünde gösterir. Ayrıca, Diodurus, Öripides, Pliny ve Herodot’un kitapları bu rolleri teyid eder. Zamanla, antik kültürlerde kadın şifacılar arasında bazı rol dağılımları meydana gelmeye başladı. Ebelik tamamen kadınlara ait bir fonksiyondu ancak bir rahibe tarafından uygulanması gerekmezdi. Rahibelerin sayısı azdı ve mevkileri yüksekti. Sayıları ancak tapınağa gelen hastaları tedavi etmeye yetiyordu. Ayrıca, doğum günlük, mekanik bir hadise, ebelik ise pratikle kolayca kazanılabilecek bir yetenekti. Bu sebeplerden ebelik tapınak dışına çıkarıldı. Bununla beraber, Sümerlerde ve Mısırlılarda ebeler eğitiliyorlardı. Ebeler pratik bilgiler edinmek yanında dua ve büyü de bilmek zorundaydılar. Zira, herşeye rağmen dini inkar edemezlerdi. Bu şekilde ebelik ile bir sağlık sorununun çözümü ilk defa rahibelerden başkasına geçmiş oldu. Zamanla ebe ve rahibe arasındaki rol ayrımı çok zayıflayacak ama ebeler rahibelere açıkça hasım olmayacaklardı. Bu rol ayrımı gelecek için önemli olacak bir başlangıçtı.

Rahibelerin tıp üzerindeki tekeli zamanla ortadan kalktı ve kadınlar tıbbın yetkili uygulayıcıları olmaktan çıkarılıp, tıbbı saptıran ve bilimsel olmayan uygulamalar yapan kişiler olarak tanınmaya başlandılar.

Kadınların statüsünün kısıtlanmasındaki ilk adım dini fonksiyonlarının ellerinden alınması olmuştur. Sonuçta dini fonksiyonları ile birlikte tıbbi fonksiyonları da elden gitmiştir. Bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini tam olarak bilmek mümkün olmamakla birlikte M.Ö.2000 ila 3000 yıllarında yakın ve orta doğuya Hint-Avrupa kavimlerinden gelen istilalar sonucu olduğu söylenebilir. Hint-Avrupa kavimlerinin dinlerindeki güçlü erkek tanrı hakimiyeti, istila edilen orta doğu kavimlerindeki dişi tanrı’nın yerini almaya başladı.

Asurlular ve Mısırlılarda yaradılış efsaneleri yeniden kaleme alındı ve erkek ilahlar dişilerle eşit pozisyonlara kavuşturuldu. Önceleri doğurmak için bir erkeğe ihtiyaç duymayan bakire ana tanrıçalar tanrılarla evlendirilmeye başlandı. Ana tanrıça Kibele’nin kocası Attis (diğer isimleri: Temmuz, Adon, Adonay, Adonis) Sakarya ırmağının kızı Nana’nın (ki bu Kibele’nin başka bir sıfatıydı) ak bir badem içini bağrına basmasıyla doğmuştu, kışın ölür, ilkbaharda yeniden doğardı.(Not: Suriye’de her yıl kışa doğru Adon’u bir yaban domuzu öldürüyordu. Bundan dolayı Samilerde domuz eti’nin lanetlenip, yasaklandığı söylenir).

Yani, zayıf bir kocalık rolü verilmişti. Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kibele’ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus’u (veya Jupiter) Girit’te doğurmak şerefi verildi. Böylece Kibele tanrının anası oldu. Efsanelerin incelenmesinden anlaşılacağı gibi bu değişim büyük mücadelelere yol açtı. Yunan mitolojisinde, Miken devirlerinden beri tapınılan, doğumun ve ebeliğin koruyucusu, tanrıça Hera ile sonraları evlendirildiği (kardeşi) tanrı Zeus arasındaki mücadele, tanrıçanın gücünün azalıp yokolması ile sonuçlanır. Buna istilaların mı yoksa toplumlarda zaten varolan değişimlerin mi sebep olduğunu bilemiyoruz ancak, sonuç, yaradılış sürecinde ve toplumsal dünya görüşünde kadınlara verilen öncelikli rolün erkekler lehine sona ermesi olmuştur.

Mabetlerden çıkarılmakla kadınlar tıptan da çıkarılmış oldular. M.Ö.2900’lerde Mısır’da İmhotep adlı bir adam saray doktoru olarak atandı. Bu kişi saray doktoru olarak atanmış olduğu bilinen ilk erkektir. İmhotep bilimsel yöntemlere hakimiyeti ve bilgisi dolayısıyla kısa sürede ün kazandı, doktorların hamisi haline geldi ve tanrı Ptah’ın yanında ilah seviyesine yükseltildi.

Sonraları Yunanlılar onu kendi şifa tanrıları Eskülap yaptılar. Adonis’in oğlu Bergama’lı Eskülap’ın iki kızı Hygea (Hijya) ve Panacea’nın isimleri bugün tıpta önemli anlamları haizdir. Hijyen, koruyucu hekimlik; panacea ise her derde deva anlamındadır. M.Ö.7. yüzyıldan itibaren Hygea, resimlerde, Eskülap’a hastaları sunan, onun tavsiyesiyle tedavi yapan, elinde nadiren bir yılanla ya da daha çok şifalı bitki dolu bir sepetle tasvir edilen masum ve güzel bir kadın olarak görünmeye başladı. Yani, kadın, hekimlikten hekim yardımcılığına ya da hemşireliğe geriledi.

Erkeklerin tıbba girişi ile Mısır tıbbında önemli değişiklikler meydana geldi. Tıp dinden bağımsız olarak gelişmeye başladı. Mistik özelliğini kaybetme sürecine girdi. Daha önemlisi rahibelerin iyileştirici ilahileri ve merhemlerinin yerini cerrahın bıçağı almaya başladı. Mısır tıbbında erkek hakimiyeti ile birlikte mumyalama sanatı da gelişip M.Ö.2300 yıllarında mükemmelleşti. Mısır mumyacıları daima erkekti ve bu uygulama onlara derin anatomi ve cerrahlık bilgisi kazandırdı. Gözlem ve bulgular hem mumyacılar hem de cerrahlar tarafından kaydedildi ve kullanıldı. Hastalık sebepleri ilahi güçlerde değil insan vücudunda aranmaya başlandı.

„Erkek tıbbı“ bilgi ve yeni buluşlar, „kadın tıbbı“ ise hurafe anlamı kazanmaya başladı.

Yunan toplumunda hipokratik düşüncenin gelişip yerleşmesiyle yeni tıpçılar tarafından kadın şifacılar’a karşı tepkiler yaygınlaşmaya başladı. Atina’lı ebe Agnodice M.Ö.4.yüzyılda erkek elbiseleri giyip hekimlik icra ettiği için halk mahkemesine çıkarılıp yargılandı, ancak kadınların baskısıyla ceza verilmedi. Bu kadın çok başarılı sezaryen ameliyatlar yapmakla ünlüydü.

Romalılarda da Yunanlılardaki gibi hipokratik okulların etkisiyle kadınlar tıptaki rollerini kaybetmeye başladılar. Ancak toplumun fakir kesimlerinde varlıklarını sürdürdüler. Roma’da ebeler Medica, Obstetrica veya Saga olarak anılıyordu.Pliny, saga olarak Elephantis, Salpe ve Sotira’dan bahseder. Bunlar sadece ebe değil aynı zamanda pekçok hastalığın tedavisinde geleneksel reçetelerle başarı sağlayan şifacılardı. M.S.1. yüzyılda yaşamış Africana adlı şifacı kadın sara ve kısırlığı tedavi etmesiyle ünlüydü.

Augustus’un kızkardeşi ve Mark Antuan’ın karısı Octavia ile Messalina ev tababeti konusunda oldukça becerikliydiler. Halk arasında ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar, kadın şifacılar devrin hipokratik hekimleri tarafından küçümseniyorlardı. Cato (M.S.150-230) onları düşükçüler diye sıfatlandırıyor, Tertullian (M.S.150-230) yöntemleriyle alay ediyor, Galen (M.S.129-201) ise geleneksel tıbbı kocakarı masalları ve Mısırlı şarlatanlığı diye nitelendiriyordu. Başka pekçok yazar onları ampirikçi, zehirci veya fahişe olarak isimlendiriyordu. Büyücü sıfatının da verilmesinden sonra sagalar idam edilmeye başlandılar. İlk hristiyanlar da büyücülükle itham edilip idam edildiler.

İlk hristiyan şehitlerinden Theodosia, Nicerata ve Thekla kadın şifacılardı.

İngiltere’de 13. yüzyılda açılışından itibaren Oxford ve Cambridge Üniversiteleri kadınları öğrenci olarak kabul etmedi. Buna rağmen, kadınlar sadece şifacı olarak değil cerrah olarak da tıp uygulamalarına devam ettiler. Cerrahların, tıpçı sayılmadıkları için, dahil olduğu Berberler Loncası’na kabul edildiler. 1389 yılında kurulan Cerrahlar Loncası da kadınları üyeliğe kabul etti. 1421’de Üniversiteler Parlamentoya başvurarak Tıp okulunda okumamış olanların doktorluk yapmasının ve kadınların tıp uygulamalarında bulunmalarının yasaklanmasını talep ettiler. Bu dilekleri 100 yıl sonra gerçekleşti. 1518’de Tıp Kolejine verilen imtiyaz beratında „Büyücülük, sihir ve biraz da ilaç kullanarak cüretkarca tedavi yapmaya çalışan ve Tanrı’nın hoşnutsuzluğuna sebep olmaktan başka bir şey yapmayan cahil kadınların“ yetkisiz olduklarından bahsediliyordu. 1563 yılında çıkarılan bir yasa ile büyücülüğe ölüm cezası getirildi.

Eski Türk kavimlerinde inanılan din Şamanizm idi. İptidai şamanizmin temsilcileri kuzey ormanlarında yaşayan kavimlerden Uryankıt’lardı. Bu kavim Göktürk yazıtlarındaki Kurıkan’ların torunları ve bugünkü Urenha ve Yakut Türklerinin ataları sayılmaktadır. Cengiz hanın sol kol beylerinden biri olan Odaçı, Uryankıtlardandı. Odaçı adı Uygurca ve başka türk lehçelerinde eczacı anlamına gelen otacı ile aynı anlamdaydı. İptidai şamanizmde hekim veya eczacı ile şaman aynı şahıstı.

Altay şamanistlerine göre en büyük tanrı Ülgen’dir. Ülgenin 7 oğlu ve 9 kızı vardı. Kızları özel ad taşımaz, hepsine Akkızlar veya Kıyanlar denir. Bunlar şamanların ilham perileridir. Şamanist panteonunda Ülgen’in akkızlarından başka birkaç iyi dişi ruh vardır. Altaylarda Umay, Ana Maygıl, Ak Ene; Yakutlarda ise Ayısıtlar bunların belli başlılarıdır.

Bazı şamanistlere göre en kuvvetli şamanlar kadın şamanlardır. Eski devirlerde şamanlığın kadınlara mahsus bir sanat olduğunu gösteren emareler mevcuttur. Yakutlarda erkek şamanlar özel cübbeleri olmadığı zaman kadın entarisi ile ayin yaparlar. Özel şaman cübbesinin göğsünde kadın memelerini temsil eden yuvarlak madeni şeyler bulunur.

Büyücülükten yargılananların %85’i kadındı ve çoğu ilaçla değil büyü ile tedavi yapmakla suçlanıyordu.

Binlerce kadının büyücülükle itham edilip öldürülmesine rağmen kocakarılar ve temsil ettikleri tıp sistemi orta çağları aşıp 18. yüzyılın ortalarına kadar gelebildi.

Prof.Dr.K.Hüsnü Can Başer
(A.Ü.Farmakognozi Anabilimdalı Başkanlığı Eczacılık Fakültesi Dekanlığı yapmıştır.)

* * *

YANİ TARİHTE CADILIK ANATANRIÇA İLE BAŞLAMIŞ OLDU.

Taş çağı devrinde erkekler avlanmaya giderken, kadınlar bitkiler toplardı. Bitkilerin hangisi zehirli hangisi kullanışlı, hangisi şifalı,vs… bu bilgilerin hepsi anneden kızlarına aktarılırdı. Kadınların bitkilerle transa geçtiği bu yüzden de toplumun OTACISI, EBESİ, BÜYÜCÜSÜ, MEDYUMCUSU ve tabii ki CADISIYDI…. ( Apollo tapınaklarındaki rahibe/rahiplerin defne yaprakları çiğneyip transa geçtikleri gibi (bu arada Apollo orijin olarak ne Yunan Tanrısı ne de Yunanca bir kelimedir ! bakınız Azra Erat-Mitoloji Sözlüğü ve Mircea Eliade))

Ay Tanrısı Sümerlilerde NANNA dır , Asurlarda SIN . Ay tanrı/tanrıçaları Cadılık sembolü olarak kullanılmıştır. Cadılar ay ışığında ayinlerini yapar ,kurban verir ve dans ederlerdi. Bu gelenek Eleusis gizemlerinden geçmiştir. Kybele-Demeter-Hekate-İsis- İştar ,İnanna cadılık konsepti içindedir. Anaerkil bir çağdan Babaerkil bir çağa geçişte ve erkeklerin kadınlar üzerindeki mutlak hakimiyetini korumaktan geçer Cadılık ile suçlamalarda….

Cadıların kullandığı/cadılara karşı kullanılan tuz , kötü ruhları kovmak için Roma döneminde cenaze töreni sonrasında evlerde kullanılırdı. Bugün bile bazı yerlerde ,kötü olaylar takip etmesin diye omuz üzerinden tuz serpiştirilerek kovulduğu düşünülür.

Halkı sindirmeye çalışan bağnaz krallıklar, toprak sahipleri ve çıkarcı kişiler, toprağını, bilimi ve adaleti savunan insanları suçlayıp korkutmak için Cadılık suçlamalarını kullanmışlardır. Dini etkiden de yararlanılmış ve aykırıların toplumdan ayıklanması, mal varlıklarına el konulması ile „düşman“ elimine edilmiştir.

Avrupa’da binlerce insan cadılık ve benzeri suçlardan işkence görmüş ve diri diri yakılmıştır .

Ortaçağ’dan önemli birkaç dava :

* İskoçya – Kuzey Berwick Cadı mahkemesi 1590 = 2000 kadar dava 1560-1707 yıllarında 3000-4000 arası cadılık suçlaması ile ölüm…

* İsveç – Torsaker Cadı mahkemesi 1675 = 6 erkek 65 kadın başaşağı yakılarak 71 kişi. 1975 de Özür Anıtı dikildi.

* Amerika- Salem Cadı mahkemesi 1692-1693 arası , 19 kişi asıldı, biri preslenerek öldü, 50 kişi suçunu itiraf etti ve ölümden kurtuldu. 150 kişi hapse atıldı, 200 kişi suçlandı… Elizabeth Proctor çocuğunu hapishanede doğurdu,ölüme mahkum edilmişken serbest bırakıldı. Malını mülkünü kaybetti, çünkü o var olmayan kişiydi. Tekrar evlendi ve daha sonraki mahkemelerle çeyizini geri almayı başardı.

* Trier Cadı mahkemesi 1581-1593 = 1000 kişi olduğu söylentileri var , ama açıklanan rakam 368 kişi.

* Fulda Cadı mahkemesi 1603-1606 = 250 kişi öldürüldü.

* Würzburg Cadı mahkemesi 1626-1631 = Tüm bölgede 900 , şehrin farklı yerlerinde 219 , Würzburg’ta 157 kadın,erkek ve çocuk (9-10-12 yaşlarında) kazıkta yakıldı.

* Bamber Cadı mahkemesi 1626-1631 = 300 ila 600 kişi

Engizisyon mahkemelerinden sonra hiç kadın kalmamıştı bu da nüfus için tehlikeli bir durumdu.

* En meşhur „cadı“ 8.Henry’nin ( evlenebilmek için Anglikan kilisesini kurduğu ) karısı Anne Boleyn’dir. Kanuni ile 3.Murad’ın çağdaşı ve „Altınçağ“ filminde “ „Türk Sultanı’yla mı evleneyim“ sözünü edip küçümseyen I.Elizabeth’in de annesidir .

* İngiltere’de 1735 Cadılık Yasası uyarınca , Cadılık ile suçlanıp 1944 yılında mahkum olan en son kişi Helen Duncan’dır. 1945 te bir daha cadılık faaliyetleri yapmamak üzere serbest bırakıldı, lakin 1956 da tekrar yakalandı ve kalp krizinden evinde öldü. Cadılık Yasası 1951 de Churchill tarafından kaldırıldı. Bu yasaya göre Cadılık, büyücülük ve medyumculuk yapmak yasaktı.

SB.

https://www.facebook.com/groups/1454978088050849/