KRAL ODİN’İN TURKLAND’DAN İSKANDİNAVYA’YA GÖÇÜ


KRAL ODİN’İN TURKLAND’DAN İSKANDİNAVYA’YA GÖÇÜ

11137806_1591929354397667_1521216543_n

İskandinavya kültüründe Türklükle ilgili öğelerin aranması kuşkusuz uç bir fikir olarak görülecektir. Ama hem bu bölgenin Avrasya jeopolitik alanının bütünleyen bir uzantısı olması, hem de Türk varlığı ve etkisinin İskandinavya’dan çok daha ücra köşelere ulaşmış olması, böyle bir incelemenin konusunu görecelileştirmektedir. Dolayısıyla, aslında böyle bir incelemede geç kalındığını vurgulamalıyız. Biz Türklükle İskandinavya’yı telif eden ilk bahislere dokuz yıl kadar önce rastlamış ve bir kısmını İran ile Turan adlı kitabımızda kullanmıştık (Karatay 2003: 84-85, 204). Daha sonra araştırmalarımız derinleşti ve nihayet bunun bir araştırma projesi içinde ele alınmasının uygun olduğu düşüncesiyle konuyu üniversite destekli tez projesi olarak bir öğrencimize havale ettik. Bu çalışma halen devam etmektedir ve ilk ürünleri Nisan 2010’da Çeşme’de yapılan II. Uluslararası Türk Dünyası Kültür Kongresi’nde sunulmuştur. Bu bildiride bu serüvenin başlangıcını belirleyen, bizi bu çalışmaya sevk eden tarihi kaydı aktarıp yorumlamak istiyoruz.
Sagalar çoğunlukla 1190’dan itibaren İzlanda’da kayda geçirilmiş olan, kuzeyin German halklarının kahramanlık hikâyeleridir. Almanya ve İngiltere’ye uzanan geniş bir saga dünyası vardır ama biz bu kelimeden daha çok İskandinavya bölgesinin sagalarını anlıyoruz ve Danimarka, Norveç ve İsveç’in eski ahalisinin öndegelenlerinin destanî tarihlerini okuyoruz. Bunlardan en önemlisi 1230 civarında İzlanda’da Snurri Sturluson adlı rahip tarafından kaleme alınan ve bizim Heimskringla adını verdiğimiz bir saga külliyatıdır; bu sagaların her biri münferit bir krala adanmıştır ve bunlar tarihi bilgilerdir. Ama kitap ilk sayfasında esrarlı coğrafi tariflerin bulunduğu bir giriş sagasıyla başlar ki, çağdaşlarımız burayı ‘ustûre’ bölümü olarak görmüş, hatta bazı yayınlarda kitaba alma ihtiyacı bile duymamışlardır.(1) Norveç hanedanı Ynglinga’nın kökenini açıkladığı için bu adla ayrı saga olarak değerlendirilen bu giriş bölümünde, hanedanın atası olan, sonradan müşrik Viking zihninde avenesiyle birlikte tanrılaştırılan Odin adında birinin Orta Asya’dan İskandinavya’ya göçü anlatılmaktadır. Sturluson bu eserinden on yıl kadar önce de Hıristiyanlık öncesine ait bilgileri bir araya getirip ayrı bir eser kaleme almıştır. Prose Edda olarak bilinen eser, önceki dönemi daha büyük ayrıntılarla sunar. İki eser arasında Odin’in göçüyle, daha doğrusu göçten önce yurduyla ilgili bilgi seviyemizi kökten etkileyecek bir fark yoktur, ancak Prose Edda’da Ynglinga’da tahmin edeceğimiz bazı şeylerin cevapları açık olarak bulunur.

Bu göçten önce birkaç kelimeyle Odin’den bahsetmek gerekir. Orta Asya’nın batısından, As halkının önderi olan Odin, herşeyden önce bir kahramandır ve elhak savaşçıdır. Bütün savaşları kazanmak onun yazgısıdır. Hatta Asların Odin’in yönetiminde yaptığı Don nehri boylarındaki Vanlarla savaş insanlık tarihinin ilk savaştır ve pek çok eski Norse kaynağında geçer (O’Donoghue 2008: 24). Böyle güçlü birinin fizikötesine uzanması da tabiidir ve Odin savaşçılığının yanında güçlü sihir bilgisiyle de karşımıza çıkar (Þorsteinsson 1972: 12). Dolayısıyla, bir düşünceye göre, onu bu yönleriyle bir baş kam olarak görmek daha doğrudur (Jøn 1999: 69). Onun bilgeliği ve sihir gücü, bir sihir sistemi ile telif edilen oyma yazıya da şamildir. Beklendiği şekilde, Odin Türklerin de kullandığı bu yazıyı icat eden kimsedir (Looijenga 2003: 80; Daly 2004: 78). Bu kadar üstün niteliği şahsında birleştiren Odin’in tamamına yakını bu niteliklerin tarifi olan 200’e yakın lakabı vardır (Daly 2004: 63, 67). Bu kadar çok övülen ve üstün tutulan bir kahraman, daha sonraki kuşaklar içinde tanrılaştırılacaktır ama tuhaf olan şey niteliklerinde değişme olmamasıdır. Yani, tanrı olarak görülmekle birlikte, aslında üstün güçleri olan bir insandır. Bunu Hıristiyan bir rahibin hiç sansüre tabi tutmadan yazması da ilginçtir ve Avrupa Ortaçağ’ında beklenmeyecek bir tutumdur. Belki başka bir ülkede bu olmayacaktı. Odin tanrılaştırılınca, German kavimlerinin kültüründe pek çok izinin kalması tabiidir. Örneğin, İngilizcede Çarşamba demek olan Wednesday köken olarak “Odin Günü” (Wodan’s Day) demektir (Looijenga 2003: 80).

Heimskringla’nın Odin’in göçünden bahseden kısımları (Ynglinga) şu şekildedir (2): “Kuzeyden, tüm yerleşilmeyen bölgelerin ötesindeki dağlardan, Svíthjóth boyunca tam ismi Tanais (Don) olan bir ırmak akar. Irmak üç kıtayı böler. Doğusu Asya, batısı Avrupa’dır.”

Svíthjóth aslında İsveç’tir. 9. yy’da İsveçli Rus bir kabilesinin savaşçıları Rusya’yı ele geçirdiklerinde, Rusya’nın adı ‘Büyük İsveç’ haline geldi. Prose Edda Don nehrinden bahsetmez ama dünyayı üçe ayırdıktan sonra Asya’yı tarif eder (3): “Dünyanın bu bölümü hoş ve güzeldir… Orası aynı zamanda dünyanın ortasıdır. Orası öteki parçaların her yerinden daha güzel ve iyi olduğu gibi, halkı da armağanları, bilgeliği, güçleri, güzellikleri ve her türden bilimleriyle ünlüydüler.”

Ynglinga’da bu Asya tarifi yoktur ama Prose Edda’da olmayan bir bilgiyi verir ve As halkından bahseder: “Don nehrinin doğusundaki memlekete Asaland veya Asaheim (As ülkesi veya yurdu) denir ve bu memleketin başşehrini Ásgard adlarlar.”

Aynı yazarın bir eserinde kıta tarif edilirken, diğerinde o kıtaya isim veren halktan bahsedilmesi herhalde Sturluson’un araştırmalarının gelişimiyle alakalıdır. 1220 sonrasındaki araştırmalarında As halkıyla ilgili bilgileri derinleşti ve bunun sadece bir kıta adı olmadığına kanaat getirerek ve eski kaynaklardan As yurdunun tam yerini tespit ederek Ynglinga’ya ekledi. Bu As bahsi Sturluson’un bilgisinin güncelliği veya eskiliği konusundaki tartışmalarda şaşırtıcı bir gerçeğe işaret eder. Hunların gelişinden önceki dönemde Don nehrinin doğusundaki Aral boylarına kadar uzanan düzlüklerde As adlı bir kavim başı çekiyordu (4). Vakıa, zamanla onların yönettiği topluluklardan biri olan Alan öne çıkmış, Hunlar da Alanları yenerek bu bölgeyi ele geçirmişlerdir. Güncel durumu çok iyi bildiklerini düşündüğümüz Vikinglerin bir kaynağının bu şekilde hayli eski ama tastamam doğru bir bilgiye sahip olmas, sadece eski Yunan ve Latin yeryazım bilgisine vakıf olmalarıyla açıklanamaz. Bu köklü bir geleneğe, eskilerden gelen bir söylenceye işaret ediyor ve başka bir kavmin değil, hâkimiyet alanları nispeten dar olan ve kısa süren As kavminin adını veriyor. Batı bozkırlarında Asların adını taşıyan bir kent, hatta onlarla özdeşleşmiş bir kent bilmesek de, sonraki zamanda derlenen anlatılarda onlara kendi adlarını taşıyan bir şehrin atfedilmesini tabii karşılamalıyız. Ynglinga’dan devam edelim:

“Bu başşehirde adı Ódin olan bir yönetici hüküm sürüyordu… Ódin büyük ve uzak ülkelere gidip çok memleketi alan bir savaşçıydı. O derece muzafferdi ki, her savaşta zafer onun yanında olurdu. Zaferin her savaşta onun oluşu halkının inancıydı… Sık sık o kadar uzağa gidiyordu ki, seyahatinde yıllar geçiyordu.”

“Kuzeydoğudan güneybatıya Büyük Swithiod’u diğer memleketlerden ayıran bir dağ silsilesi uzanır. Bu silsilenin güneyi Odin’in büyük mülkünün bulunduğu Turkland’a uzak değildir.”

İlk bakışta şöyle bir değerlendirme yersiz olmayacaktır: Ural dağlarının bir bütün olarak algılanması eski yeryazım kitaplarında bilinmediği gibi, Rusya sınırı da o kadar öte gitmezdi ve burada belirtildiği gibi Don nehrinin yukarı mecralarında biterdi. Bu bölgede memleketleri ayıracak derecede kaydadeğer olarak sadece Kafkaslar göze çarpıyor. Onda da yön sorunu vardır. Karpatlar burada dendiği istikamette uzanır ama işbu bahiste kapsam dışı kalmaktadır. Kafkasların güneyi Sturluson’un yaşadığı günlerde elhak Turkland idi. Ancak Sturluson’un önceki eseri olan Prose Edda’da Turkland başka anlatılır: “Dünyanın ortasının yakınlarında bizim Turkland dediğimiz yere, en gösterişli yapı yapıldı ve yurt kuruldu. Buraya Troya dendi… (Troya krallarından Mennon’un oğlu Tor) kendisini şimdi bizim Trudheim dediğimiz Trakya ülkesi için çalışmaya verdi. Daha sonra ülkeden ülkeye gezmeye başladı… (Onun neslinden gelen Friallaf’ın da) bir oğlu vardı. Adı Voden idi. Biz ona Odin diyoruz. O bilgeliği ve becerileriyle ünlüydü.”

Bu metinde çağdaş eleştirmenlerin isim benzerliğine bağladıkları öğeler tastamam vardır. Yazar Troya, Trakya ve Turk kelimelerinin ses çağrışımlarından sonuna kadar istifade etmiştir. Bugün Kuzeylilerin en çok kullandığı özel isimlerden biri olan Thor da buna eklenir. Ama bunu yukarıda belirttiğimiz gibi, ‘müdakkik araştırmalar’ öncesindeki bilgisiyle açıklamalıyız. Öbür türlü, Anadolu Selçuklu devleti Alaaddin Keykubat önderliğinde en parlak devrini yaşıyor olsa da, o günlerde sadece Trakya değil, Batı Anadolu’nun dahi Turkland olarak görülemeyeceğini, Bizans’ın hala kaya gibi yerinde durduğunu biliyor olacaktır. Eskiçağlarda Batı Anadolu’da bir Turkland aramak için ise ne Sturluson’un, ne de bir başkasının faydalanabileceği bir kaynak bulunmamakta, en azından henüz bilinmemektedir. Dolayısıyla Prose Edda’daki bu bilgiyi geçmeliyiz. Zaten yazar 10 yıl kadar sonra yazdığı yeni eserinde Troya veya Trakya atfını kullanmaz. O da eski bildiklerini geçmiştir.

Göçün sebebini her iki kaynak da Odin’in gururunu incitmeden açıklamaya çalışır. Prose Edda’ya göre Odin “bilgeliğiyle dünyanın kuzeyinde adının çok yüksek tutulacağını ve bütün kralların hepsinden fazla onurlandırılacağını anladı. Bu onda Turkland’dan (5) ayrılma hissi uyandırdı.” Ynglinga’da göç çok somut bir sebebe, bir dış tehdide bağlanır: “O zamanlar Romalıların reisleri dünyanın çok yerine yayılıp tüm halkları kendilerine bağlamışlardı ve bu sebeple pek çok reis kendi mülkünden kaçmıştı. Fakat uzakgörüşlü olan ve sihir gücü bulunan Odin kendi soyunun dünyanın kuzey yarısına gelip yerleşeceğini biliyordu.”

Buradaki Roma baskısı öğesi ilk bakışta Turkland’ın Türkistan olma ihtimalini bir kez daha bertaraf etmektedir. Ayrıca, Odin dünyanın güney yarısı veya tarafı olarak nitelenebilecek bir yerde yaşıyordu ki, herhalde Vanaland ve Asaland ile aynı enlemde olan Türkistan bu şekilde görülemezdi. Buna karşılık, yoğunlaşılan bölgenin güneyine düşen Azerbaycan, Kafkas dağlarının kuzey ile bağlantıyı kesmeleri hasebiyle, güney ile daha bütünleşiktir.

Göç bahsini Prose Edda şöyle anlatır: “Arkasında genç, yaşlı, kadın, erkek, kalabalık bir grupla yola çıktı. Yanlarında çok değerli şeyler vardı. Hangi ülkede nereden geçerlerse geçsinler haklarında övgüyle söz ediliyordu. Onların insandan çok tanrılara benzedikleri söyleniyordu. Saxland’a gelinceye dek durmadılar. Odin burada bir süre konakladı ve buraların büyük bir bölümünü egemenliğine aldı. Ülkenin korunmasını üç oğluna verdi… Odin daha sonra yolunu kuzeye doğru sürdürdü ve Reidgotaland’a (Danimarka) geldi.”

Ynglinga’daki bahisler bu metinle uyuşur, ancak ‘tanrı gibi’ olan Odin ve avenesi, on yıl sonra ‘tanrı’ haline gelirler: “Bu yüzden kardeşleri Ve ve Vilje’yi Asgard’da bıraktı ve kendisi tüm tanrılar ve diğer insanların büyük bir kısmıyla önce batıya Gardarike’ye, sonra da güneye Saxland’a doğru göçe başladı. Pek çok oğlu vardı, Saxland’da geniş bir devlete boyun eğdirdikten sonra oğullarını o memleketin yönetimine bıraktı. Kendisi kuzeye denize doğru gitti ve Fyen’deki Odins denen bir adayı kendine yurtluk aldı.”

Biz göçten sonra kuzeyde yapılanlar konusuna girmeyeceğiz. Destanda beklendiği üzere, sağa sola fütuhat girişimleri, yerli halk ile ilişkiler, hanedanın yerleşmesi ve nihayet yeni bir ulusun doğması konuları izlenmektedir.

Bu bahisleri tastamam efsane, dolayısıyla uydurma olarak gören halkiyatçılar, ardından adı geçen mekân ve kavramlara derin mitolojik manalar yüklemişlerdir. Örneğin, Asgard basitleştirici bir anlatımla tanrıların mekânı olarak sunulur. Merkezîdir. Onun etrafında Midgard (‘Orta Kent’) vardır. Burası insanların mekânıdır. Bilinen dünya ile engin okyanuslar arasında ise devlerin mekânı vardır (O’Donoghue 2008: 17). Hâlbuki burada tarihi bir hadiseye işaret edilmektedir. Bir göç vardır. Metinlerde bu göç hikâyesini İsrailiyyat bilgisine bağlayacak, dolayısıyla Babil’den başlatacak bir veri bulunmuyor. Troya iyi bilinir ama Yunan barbarlığı karşısında uğradığı felaketiyle bilinir. Buradan göç alışıldık bir figür değildir. As ülkesinden göçün ise, bildiğim kadarıyla, başka hiçbir yerde örneği yoktur. Ulusların türeyiş ve köken efsanelerinde göç evrenseldir ama çıkanakları özgünlük arz ediyorsa, münferit olarak ele almalı ve kendi içinde değerlendirmeliyiz.

Böyle bir göçü tarih bilgimizle telif etmek için tek başvuracağımız kaynak şimdilik oyma yazının başlangıcı olarak gözüküyor. Bu yazıyı sagada dendiği gibi Odin veya Türklerin yaşadığı yerlerden birileri getirip İskandinavlara öğretti ise, bu göç MS 2. yy’dan daha geç olmamalı. Bu tarih Aral-Hazar bozkırlarında As egemenliğinin sonlarına denk gelir. Bu aynı zamanda İskandinavya’dan Gotların bozkıra geliş tarihidir ve aynı günlerde bozkırdan İskandinavya’ya doğru ters istikamette bir göç düşünmek ilk bakışta eğlenceli olacaktır. Ancak bir ara bozkırın büyük bir kesimine hâkim olan ve eskiçağ yazarları nezdindeki önemlerine binaen bugün kullandığımız Asya kıta ismine babalık eden bir halkın ortadan kalkarken bazı kısımlarının da kuzey cihetine gittiğini düşünmekte beis yoktur. Altay dağlarının kuzeyindeki düzlüklere ulaşan ve Göktürk yazıtlarda karşımıza Az Budun olarak çıkan bu halkın bir hissesi de batıda ve kuzeyde dağılmış olabilir. Değilse nereye gittiklerini sormak lazımdır.

Dolayısıyla, bozkırda Asların ortadan kalkışı ve İskandinavya’da oyma yazının belirmesinin tarihsel denkliği Asaland’dan bir göç konusundaki sıkıntıyı ortadan kaldırıyor. Fakat Turkland’ı nasıl açıklayacağız? Asaland Sturluson’un sonradan yaptığı bir açıklama, bir tarih şerhi. Ynglinga’ya göre As kesinlikle onun halkının ismi; hatta İskandinavya’ya göçtüklerinde bile bu ismi kullanıyorlar. Bu bir. İkinci gerçek ise çıkanağın Turkland olduğudur. Prose Edda bunu açıkça söylüyor. Ynglinga ise çıkanağı Roma etki bölgesine, yani Azerbaycan arazisine yerleştirdiğinden ve buraya Turkland adını verdiğinden aynı şeyden bahsediyor. Biz Asaland ile Turkland’ın birini Kafkasların kuzeyine ve diğerini güneyine yerleştirip ortada iki ülkeden bahis olduğunu söyleyebiliriz ama Sturluson ne iki ayrı ülkeden bahsettiğini ima ediyor, ne de bunları telif edecek bir yol gösteriyor. Açıkça, sonradan derinlemesine öğrendiği Aslar konusu onun Turkland bilgisinin üzerine oturmuş, Asland’ı yeni eserinde kullanmış ama Turkland’ı ne yapacağını bilemeyerek müphem ifadelerle bırakmıştır.

Tarih bilgimiz aslında Azerbaycan açıklamasına imkân tanıyor. MÖ ilk binyılda Aras nehrinin doğusu, Nahcivan ve ötesi Aza ülkesi olarak biliniyordu ve Strabon’un zamanına kadar böyle kullanılmış gözüküyor (Ağasıoğlu 2000: 13). Strabon çağında Roma tazyikini Kafkasların güneyinde tahayyül edebiliriz ama o günlerde bu bölgede Aza halkından haber veren başka kaynaklar olmadığı gibi, yakın tarihteki bir göçü de bilmiyoruz. Bozkır Azlarının kaynağı Azerbaycan’daki halk ise, göç daha önceden gerçekleşmiş olmalıdır. Zira Strabon doğmadan bir asır önce Asii kavmi müttefikleriyle birlikte kuzeyden gelip Maveraünnehr’i işgal ediyordu (Czeglédy 1999: 36-39).

Böylece, coğrafi tanımlama açık olmakla birlikte Turkland’ın Azerbaycan oluşu konusunda soru işaretleri beliriyor. Sturluson o çağda Urartu yazılarını okuyamayacağına göre, Azerbaycan’daki Azları nereden öğrenmişti? Çünkü arada en az 1400 yıl var. Sözlü tarih bilgisinin nesiller boyu çok küçük sapmalarla aktarıldığı geleneksel bir toplumda, Kafkasların güneyindeki yurtla ilgili hatıraların 1400 yıl yaşaması fazlasıyla mümkündür, lakin bu kez de Azerbaycan’dan çıkış ile İskandinavya’ya gidiş arasında dört asırlık bir boşluk beliriyor.

Bu bilgiye, daha doğrusu yoruma biz ancak şimdilerde ulaşabiliyoruz. Sturluson bunu bilmiyordu ve tek kademeli bir göç tasarlıyordu. Hâlbuki derlediği söylenceler iki ayrı ülkeden bahsediyor. İşte bunlardan birini doğru olarak Asaland şeklinde tespit etmiş, diğerini ise kendi döneminin bilgisine başvurarak ve “dağı arkasına alarak” Azerbaycan olduğu aşikâr olan Turkland olarak açıklamıştır. Bizim sorduğumuz soruları kendisinin de sorduğunu tahmin ediyoruz ki, bu çelişkileri gidermeye çalışmış ve yapabildiği tek iş olarak Turkland’ı Rusya’nın yakınına yerleştirmiştir.

Burada Turkland’ın kitabî bir bilgiyi mi temsil ettiği, yoksa geleneklerden mi derlendiği sorusu gelecektir ve hemen herkes birinciyi söylemektedir. Ama Turkland Uralların güney ucundaki bölgeyi anlatamaz mı? Bu gayet tabii ve muhtemeldir. Hazar bozkırlarında Asların yaşadığı dönemde hemen kuzeydeki ormanlık bölgede üç eskiçağ kaynağının Turkae adını verdiği kavim yaşıyordu ve asırlar sonra bu bölgeden çıkıp gelen ve Göktürklerle hiçbir ilgileri olmayan Macarlar da kendileri için Türk adını kullanıyorlardı (incelemesi için bkz. Karatay 2009). Burada işe yarayabilecek ayrıntı ise Aslar ile Türklerin bu bölgeden silinmesinin yaklaşık aynı günlerde olduğudur.

Odin dört asır yaşayamayacağına göre, onun Turkland’ı Azerbaycan olamaz. Azerbaycan’dan, yani büyük dağ silsilesinin ardındaki ülkeden göç bir şekilde geleneklerde korunmuş olabilir, ama Odin Asaland ve Turkland’ın, yani Batı Asya’nın bir hükümdarıydı ve belki de As egemenliği döneminin son parlak kişiliğini temsil ediyordu. Üstelik Türk dünyasındaki ve hele Türk kültüründeki bazı verilerden onun gerçekten göç etmediğine hükmetmek de mümkündür; aynen Selçuk Bey’in kendisinin Türkistan’da kalması ama isminin Anadolu’ya gelmesi gibi bir durum burada da vaki olabilir. Bunu başka bir araştırmada ele almak yerinde olacaktır.

Yrd.Doç.Dr.Osman KARATAY
Ege Üniversitesi, TDAE, Bornova – İzmir
Bu tebliğ Ege Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri kapsamındaki 2009-TDAE-003 no’lu proje desteğiyle hazırlanmıştır.
Halk kültüründe Göç Uluslararası Sempozyumu 28-30 Mayıs 2010, Balıkesir
Migration of King Odin from Tyrkland to Scandinavian

(https://www.academia.edu/…/_Kral_Odin_in_Turkland_dan_%C4%B…)

dipnotlar:
1) Örn. Bu sagayı İngilizceye ilk çeviren Samuel Laing’in özgün çevirisinde ve önceki baskılarında yer almasına rağmen, onun çevirisinin kullanıldığı Norrœna Society’nin 1907 baskısında (London, Copenhagen, Stockholk, Berlin, New York) bu bölüm bulunmaz ve doğrudan ilk kral sagası olan Kara Halfdan’a geçilir. Bunu büyük ölçüde bu bölümün içeriğinden duyulan rahatsızlığa, bir ölçüde de sagalara karşı 20. yy başlarında gelişen isbatiyeci ve eleştirici tutuma bağlayabiliriz.

2) Biz bu çevirileri Laing’in eski metniyle (London – New York 1961: 7-11) Hollander’in (Austin 2002: 6-10) İngilizceye çevirilerinden karşılaştırmalı olarak yaptık. Temelde büyük farklılıklar olmamakla birlikte, bazı ifadelerde iki metni telif etmek gerekti. Bu konuyu çalışan arkadaşımızın yakın bir gelecekte İzlanda dilinden doğrudan çeviri yapmasını umuyoruz.

3) Prose Edda metinleri Lagerbring’in kitabının çevirisinden (2008: 74-77) aktarılmıştır. Brodeur’ün çevirisinde (1923: 6-12) bazı anlam farklılıkları bulunmakta ise de, metin tahlili buradaki konumuz olmadığından ayrıntıları meğersimeyeceğiz.

4) Aslar hakkında Türkçede en geniş bilgi Czeglédy’de bulunabilir (1999: 33-66).

5) Eseri çeviren Gürgün Turkland geçen yerlerde Türkiye kelimesini kullanıyor ama biz sahihliğine halel gelmemesi açısından esas biçimi yazdık.

KAYNAKLAR
* Ağasıoğlu, Firidun, Azer Xalqı, Bakı, 2000.
* Brodeur, A. G., The Prose Edda by Snorri Sturluson, London – New York, 1923.
* Czeglédy, Károly, Turan Kavimlerinin Göçü, çev. G. Karaağaç, İstanbul, 1999.
* Daly, Kathleen L., Norse Mithology A to Z, New York, 2004.
* Jøn, A. Asbjørn, “Shamanism and the Image of the Teutonic Deity, Óđinn”, Folklore, X (1999), s.68-76.
* Karatay, O., İran ile Turan: Hayali Miletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Ankara, 2003.
—–, “Ergenekon Öncesindeki Felaket Hakkında Bir Tarihleme Denemesi”, 1. Uluslararası Uzak Asya’dan Ön Asya’ya Eski Türkçe Bilgi Şöleni, Afyon Kocatepe Üniversitesi, 18-20 Kasım 2009.
—–, Aygün, E., “Alpler ve Elfler: Türk ve İskandinav Dünyalarında Kahramanlık Olgusu”, II. Uluslararası Türk Dünyası Kültür Kongresi, 119-25 Nisan 2010, Çeşme – İzmir
* Lagerbring, Sven, İsveççenin Türkçe ile Benzerlikleri. İsveçlilerin Türk Ataları, çev. Abdullah Gürgün, İstanbul, 2008.
* Looijenga, Tineke, Texts and Contexts of the Oldest Runic Inscriptions, Leiden – Boston, 2003.
* O’Donoghue, Heather, From Asgard to Valhalla : The Remarkable History of the Norse Myths, London, 2008.
* Snorre Sturlason, Heimskringla: The Norse King Sagas, çev. S. Laing – P. G. Foote, London – New York, 1961.
* Snorri Sturluson, Heimskringla: History of the Kings of Norway, çev. L. M. Hollander, Austin, 2002.
* Þorsteinsson, Steingrímur J., “The Cult of Óđinn in Iceland”, Nine Norse Studies, yay. G. Turville-Petre, Bristol, 1972

_______________________________________
_______________________________________

İSKİT VE TÜRK-MOĞOL HALKLARINA AİT AYNI GELENEKLER, KÜLTLER VE PSİKOLOJİK ÖZELLİKLER


İSKİT VE TÜRK-MOĞOL HALKLARINA AİT AYNI GELENEKLER, KÜLTLER VE PSİKOLOJİK ÖZELLİKLER

Berel Kurganı – Kazakistan

GİRİŞ

İskitler, Avrasya’nın medenî, kültürel ve askerî gelişmesine önemli katkı sağlayan en eski Avrasya halklarından biridir. İskitler, Orta Asya ve Sibirya kökenlidirler. M.Ö. VII. yüzyıla doğru Doğu Avrupa’da ve Ortadoğu’da görülmeye başlar. İskitlerin bu bölgelere gelmesiyle, atın binek hayvanı olarak kullanılmaya başlaması ve arkasından da tabii olarak birbirlerinden uzak olan bölgelerin idaresi ve kontrolünü sağlayan hareketliliğin (mobilitenin) artması sayesinde mümkün olan dünyanın siyasî bütünleşmesini öngören eşsiz süreci başlar.

Herodot’a (Heradotos/Herodotus) göre İskit İmparatorluğu, değişik İskit kabilelerinden oluşuyordu. Herodot, bunlardan sayıca daha fazla ve güçlü olanının, diğer bütün İskit kabilelerini kendilerinin tebaası (astları) sayan “Kraliyet (Hükümdar, Çar) İskitleri” olduğunu söylemektedir. Herodot’un, İskitlerin tarihi, efsaneleri, mitleri ve geleneklerini anlatırken öncelikle İskit İmparatorluğu’nun iktidar klanıyla, başka bir ifadeyle, “Kraliyet İskitleri”yle ilgili belgelere yer verdiğini belirtmek gerekir.

Daha önce “Kraliyet (Hükümdar, Çar) İskitleri”nin dilleriyle ilgili yaptığımız araştırmada onların dillerinin Türk dilleriyle akraba olduğu ispatlanmıştır.(1)  Bu çalışmada ise, “Kraliyet İskitleri” ile Türk-Moğol halklarının geleneklerinin, kültlerinin ve psikolojisinin birbirleriyle ne kadar örtüştüğü tespit edilmeye çalışılacaktır.

İSKİTLERDE VE TÜRK-MOĞOL HALKLARINDA CENAZE TÖRENLERİ

Herodot, İskit hükümdarlarının cenaze törenini tasvir ederken onların defnedildikleri mekânın, Boristen (Borysthenes) Nehri boyunca gittikten sonra en sonunda nehrin denize döküldüğü yerden kırk günlük mesafede bulunan Gerrhi adında bir mekân olduğunu ileri sürmektedir. Herodot’un sözlerine göre Gerrhi, “Kraliyeti İskitleri”nin hâkimiyeti altındaki en uzak mekândır.

Herodot ayrıca, “Kraliyet İskitleri”nin vefat etmiş hükümdarları için yas tutarken ellerini ve kulaklarını çizerek kestiklerini; saçlarını kestiklerini (kazıdıklarını); alın ve burunlarını yırttıklarını ve sol ellerine ok sapladıklarını da belirtmektedir. Bundan sonra hükümdarın naaşı Gerrhi’ye giden yolda bir sonraki İskit kabilesine teslim edilir ve onlar da “Kraliyet İskitleri”nin yaptıklarının aynısını yaparlar. Böylelikle her kabile İskit usullerine göre hükümdar için yas tutarak defin sürecine iştirak eder. Bu şekilde İskitler, hükümdarlarının naaşını kabile kabile dolaştırarak ve her kabilenin yas tutmasını sağlayarak kutsal defin yerine varırlar. Sıradan İskitler de ölülerini bölgede kırk gün boyunca dolaştırdıktan sonra defnederler.

Gerrhi’de hükümdarın defni sırasında beraberinde bir cariyesini, sâkisini, yani elinden içki içtiği şahsı, aşçısını, seyisini, muhafızını ve habercisini de gömdükleri dikdörtgen şeklinde büyük bir kabir kazarlar. Kabre ayrıca altın kaplar da konur. Daha sonra kabir, toprakla kapatılarak “kurgan” dedikleri büyük toprak tepe hâline getirilir. Hükümdarın defnedilmesinin birinci yıldönümünde, “Kraliyet İskitleri” tekrar kurgan dedikleri bu mezara dönerler ve hükümdarın en iyi 50 hizmetkârı ile en iyi 50 atını öldürüp mumyalarlar. Boyunlarından delip çıkacak şekilde gövdelerinden demir kazık geçirilen atların mumyaları daha önceden hazırlanmış olan ahşap kalıpların üzerine ayakları havada sallanacak şekilde yerleştirilir. Atın gövdesinden geçirilen kazık aynı zamanda hizmetkârın bütün omurgalarından da geçirilerek boynundan çıkarıldıktan sonra 50 hizmetkârın mumyaları, bu kazık sayesinde atlı konumunda atların üzerine yerleştirilir. “Kraliyet İskitleri”, “atlıları” böylece hükümdarın mezarı etrafında yerleştirdikten sonra mekânı terk ederler. (2)

Türklerin atalarının, Doğu göçmenlerinin defin törenleriyle ilgili günümüze kadar ulaşan ilk ve en eski belgeler, Çince kaynaklardır. Asya Hunları da, “Kraliyet İskitleri” gibi, hükümdarları öldüklerinde kullarını ve hizmetkârlarını öldürüp beraberinde defnetmişlerdir.(3)  Avrupa Hunlarının defin törenleriyle ilgili bilgi veren Jordanes, Atilla’nın ölümü haberini alan Hun askerlerinin gelenekleri gereği saçlarını yolduklarını, gözyaşları kana karışsın diye yüzlerini derin yaralarla yaraladıklarını belirtmektedir. (4)

Görüldüğü üzere, Avrupa Hunlarının bu defin törenleri, Herodot’un anlattığı gibi, hükümdarlarının yasını tutarken kulaklarını çizen, saçlarını kazıyan, ellerini kesen, alın ve burunlarını yırtan, sol kollarını okla delen “Kraliyet İskitleri”nin defin geleneklerinin aynısıdır.

Türkler ve “Kraliyet İskitleri”nin defin törenlerindeki bu benzerlik, Göktürk İmparatorluğu için de söz konusudur. Göktürklerin hükümdarı Bilge Kağan’a ithaf edilen Orhun-Yenisey yazıtlarında, Li-Sun Tay-Sengun’un 500 erkeğin başında Kağan’ın defin törenine geldiğine dair bilgiler var. Onlar, bu defin merasimi için altın, gümüş ve güzel kokulu tütsüler getirirler. Sonra da defin sırasında bu 500 kişinin hepsi saçlarını keser, kulaklarını ve yanaklarını çizer ve kendi güzel atlarını vefat etmiş Kağan’a kurban ederler. (5)

“Kraliyet İskitleri” ve Moğolların geleneklerinin, hükümdarlarını nerede vefat ederse etsin atalarının defnedildiği özel mekâna defnetmeleri hususunda da aynı olması dikkat çekicidir. İskitlerde bu özel mekân, Gerrhi iken; Moğollarda Altay’dır. Moğolların defin törenlerini anlatan Marco Polo, Cengiz Han’ın yadigârlarının ve bütün büyük kağanların, nerede vefat ederlerse etsinler, defnedilmek üzere Altay’a getirildiğini belirtmektedir. Daha sonra da çok garip bulduğu bir hususa dikkatleri çeker: “Altay’a giden yolda Kağan’ın naaşına eşlik eden kervan, definden önce kırk gün boyunca karşılarına çıkan her kimseyi “Git, öbür dünyada Kağanımıza hizmet et” diyerek öldürürler.(6) Bunun yanı sıra Kağan’a öbür dünyada lâzım olur düşüncesinden hareketle Kağan’ın en güzel atlarını da öldürürler”.  Aynı bilgiye Reşidüddin’in eserinde de rastlanmaktadır. (7)

Buna benzer bilgiler, Jordanes’in eserlerinde de vardır: “Atilla’nın defninden sonra bu vazifeyi üstlenen herkes öldürülür”.(8)

Türklerin defin törenlerini anlatan bütün kaynaklarda atların kurban kesildiğine dair bilgiler geçse de onların nasıl öldürüldüğüne dair bir kayıt yoktur. Türk-Moğol hükümdarlarının definleri sırasında atların nasıl öldürüldüğüne dair daha teferruatlı bilgiler, İbn-i Battuta’ya aittir. XIV. yüzyılın ortasında Çin’de seyahat eden İbn-i Battuta şahit olduğu, savaşta şehit düşen Türk-Moğol hükümdarının defin merasimini “El-Hansa” (Al-Khansa) adlı kitabında anlatmaktadır:

“Hükümdarı bütün eşyalarıyla birlikte yerde kazılmış olan büyük bir kabre yerleştirdiler. Kabre ona ait bütün altın ve gümüş eşyaları, dört cariyesini, en sevdiği altı kulunu ve içecek dolu birkaç kabı beraberinde gömdüler. Sonra kabir, büyük bir tepe (kurgan) yüksekliğinde toprakla gömülerek kapatıldı. Ondan sonra da defin sürecine katılanlar, mızrak saplanmış dört at getirdiler. At öldürüldükten sonra gövdesine saplanan mızrak, boynundan delip çıkacak şekilde omurgalarından geçirildi. Sonra kazıkları tepenin üstünde bir yere yerleştirip, atları orada bıraktılar”.

Görüldüğü üzere, Türklerde vefat eden hükümdarların hürmetine öldürülmüş atların kazığa yerleştirilmesi usulü ile Herodot’un anlattığı “Kraliyet İskitleri”nin merasimleri aynıdır. İbn-i Battuta’da hükümdarın altı kulunun vazifelerine dair bir bilgi yok. Herodot’ta ise bunlardan beşi, vazifelerine göre sâki (hükümdarın elinden içki içtiği kimse), aşçı, seyis, silah taşıyıcı ve habercidir.(9)

Yukarıda zikredilen İskitlerin ve Türklerin defin törenleri arasındaki paralellik konusu, E.H. Minns ve F. Thordarson tarafından incelenmiştir. (10)  J.A.Boyle, Oğuz, Kıpçak ve Moğolların yası tutulan şahısların atlarının kurban edilmesi geleneklerini tasvir eden Avrupa ve orta asırlardaki Doğu yazılı kaynaklarını incelemiş ve bu geleneği İskitlerin gelenekleriyle mukayese etmiştir. (11)

Herodot’un da zikrettiği, İskitlerdeki tahnit veya mumyalama uygulaması,(12)  “Köroğlu”nun Türkmen nüshasında da geçmektedir.(13)  T. Tarhan, Orhun yazıtlarına göre Kül-Tigin’in mumyalandığına dikkat çekmektedir. Tarhan, ilâveten İslâm’ı kabul ettikten sonra bile Türklerde mumyalama uygulamalarına devam edildiğine dair deliller getirir. Meselâ, II. Kılıç Arslan, III. Kılıç Arslan ve II. Süleyman Şah mumyalanmıştır. (14)

Bütün bu bilgileri şöyle özetlemek mümkündür:
1) İskitlerde ve Moğollarda defin süresi 40 gün sürer;
2) İskitler, Avrupa Hunları ve Göktürkler ölünün ardından yas tutarken saçlarını kesip, yüzlerini yırtarak çirkinleştirirler;
3) İskitler, Oğuzlar, Kıpçaklar ve Moğollar ölüye bağışlanmak üzere atlarını aynı usulle kurban ederler;
4) İskitler, Göktürkler ve Selçuklular, hükümdarlarını mumyalarlar.

İSKİTLERDE VE TÜRK HALKLARINDA KAN YEMİNİ TÖRENLERİ

İskitlerin ve Asya Hunlarının geleneklerini inceleme neticesinde aşağıdaki paralelliklerin farkına varılmıştır. Bunlar aşağıda mukayese edilecektir.

Herodot’ta şu bilgiler geçmektedir:

“İskitlerde yeminle kutsallaştırılan bütün dostluk anlaşmaları şöyle yapılır: büyük toprak bir kupanın içerisine anlaşmanın taraflarının kanları ile karıştırılmış şarap doldurulur. (Bunun için de yemin edecek olanlar biz veya bıçakla derilerini çizerler). Sonra bu kaba kılıç, oklar, balta ve mızrak daldırırlar. Bu merasimden sonra uzun dualar okunup, yemin edenler ve orada bulunan ileri gelenler bu kaptaki kan karıştırılmış şaraptan içerler”. (15)

Çin kaynaklarında geçen bilgiler ise şu niteliktedir:

“Han Çang ve Çang Meng, Şan-Yu [Hunların hükümdarı] ve ileri gelen komutanlarıyla birlikte No Nehri’nin doğusunda bulunan dağa çıktılar. Orada beyaz bir atı boğazladılar. Şan-Yu Çing Lu kaması ve metal kaşığını çıkarıp, [atın kanını] şarapla karıştırdı. Sonra Lao-Şang Şan-yu (Lao-shang Shan-yu) tarafından öldürülmüş Yüeçi kabilesinin hükümdarının kafatasını kap olarak kullanıp, birlikte kan yemini şerefine şarap içtiler.” (16)

İskitler ve Asya Hunları hakkındaki bu iki bilgi şu hususlarda aynılık arz etmektedir:

1) kaba kan karıştırılmış şarap konur;
2) sonra aynı kaba silah daldırılır;
3) yemine katılanlar bu şaraptan içmek suretiyle yeminli anlaşmayı tasdik etmiş olurlar;
4) Asya Hunlarının yemin gelenekleriyle ilgili Çin kaynaklarından alınmış olan bu kısa bilgide İskitlerin gelenekleriyle büsbütün aynılık arz eden bir başka unsur da söz konusudur.

Herodot’un tasvir ettiği İskit gelenekleri günümüze, Kırım’da Kül-Oba’daki bir İskit mezarının (kurganının) kazısı esnasında bulunmuş olan M.Ö. IV. yüzyıla ait altın resim şeklinde ulaşmıştır. Söz konusu resimde yanaklarını ve burunlarını birbirlerine yaklaştırarak kan yemini şerefine aynı kaptan şarap içmekte olan iki İskit tasvir edilmiştir.  Hunlarla ilgili metinlerde ise “Onlar birlikte kan yemini şerefine içtiler” cümlesinden de anlaşılacağı üzere aynı şarap içme usulüne şahit oluyoruz.

İSKİTLERDE VE TÜRK HALKLARINDA GANİMET GELENEĞİ (KAFATASI KÜLTÜ)

Yukarıda da belirtildiği gibi, Çince kaynaklarda Hunların yemin merasiminde içki kabı olarak düşmanın kafatasının kullanılması geleneği söz konusudur. Sima Qian, Hunların Yüeçi halkını mağlup ettikten sonra, onları Batı’ya doğru nasıl kovduklarını; hükümdarlarını öldürüp kafatasından nasıl içki kabı (kupa) yaptıklarını çok teferruatlı bir biçimde tasvir eder.(18)

Herodot’ta da aynı şekilde İskitlerin, mağlup olmuş düşmanlarının kafataslarını ziyafetlerde içki kabı olarak kullandıkları zikredilmektedir. Herodot şöyle yazmaktadır:

“İskitlerin askerî gelenekleri böyledir: Her düşmanıyla olmamakla beraber en acımasız düşmanlarının kafataslarıyla böyle muamele ederler: evvelâ kafatasını kaşlara kadar kesip, temizlerler. Fakir birisi kafatasını, dışından ham sığır derisiyle kaplayarak kullanır. Zengin insanlar ise evvelâ kafatasını ham deriyle kaplarlar, sonra kabın içini altınla yaldızlarlar. İskitler, kardeşler arası kavgada veya mahkemede birinin diğerine galip gelmesi söz konusu olduğunda, kendi akrabalarının kafataslarıyla bile aynı şekilde muamele ederler. Çok saygın misafirlerin ziyareti esnasında ev sahibi, sofraya böyle kafataslarını koymakla, bu akrabalarının onun düşmanı olduğunu ve onların üstesinden geldiğini misafirlerine hatırlatmak ister. Bu davranış, İskitlerde yiğitlik addedilir”. (19)

Böylelikle İskitlerin de, aynen Asya Hunları gibi, kafatası avcıları oldukları anlaşılmaktadır. Herodot’un anlattıklarından ve Çince kaynaklardan da anlaşılacağı üzere, bu barbarca gelenek İskitlerde ve Asya Hunlarında gurur meselesi idi. Aynı zamanda kafatası avcılığı, bir nevi kumandanın, askerlerinin savaşta ne kadar iyi savaştıklarını denetleme yoluydu. Aşağıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere, ganimetler İskit askerleri arasında öldürdükleri düşman sayısına göre üleştirilmiştir.

“İskitlerin askerî gelenekleri şu şekildedir: İskit, ilk düşmanını öldürdüğü zaman onun kanını içer. Savaşta öldürdüğü düşmanlarının hepsinin kafataslarını hükümdara getirir. Zira sadece düşmanlarının kafataslarını getiren asker ganimetten payını alabilir, aksi hâlde hiçbir şey alamaz”. (20) Kafatası avcılığı, ayrıca toplumda itibar kazanma imkânı da sağlardı. Bunu, Herodot’un aşağıdaki yazısından anlamak mümkündür:

“Her hükümdar yılda bir defa kendi bölgesinde şarap karıştırmak için kap hazırlatır. Bu kaptan sadece düşmanını öldürenler içebilirler. Henüz kendilerine düşman öldürmek nasip olmayanlar ise bu kaptan içemezler. Mahcup ve şerefsiz olarak bir kenarda otururlar. İskitler için bundan daha utanç verici bir şey yoktur. Aksine düşmanını öldürenlere ikişer kupa içki getirilir ve onlar da iki kupayı üst üste (bir defada) içerler.” (21)

Aynı bilgi, Çin tarihçisi Sima Qian’ın Asya Hunları ile ilgili yazdıklarında da vardır: “Savaştan sonra düşmanlarının kellesini alan veya düşmanlarını esir alan (Hunlar), bir kupa şarapla ödüllendirilirler ve onlara, kazandıkları ganimetleri kendileri için bırakmalarına izin verilir”. (22)

Orta asırlarda düşman kafatasının içki kabı olarak kullanılması geleneği, bozkır Türk halklarında devamını bulmaktadır. Meselâ, Günah Çıkartıcı Teofanes’a göre Bulgarların hükümdarı Krum Han, mağlup ettiği Bizans İmparatoru Nikeforos’un kafatasından gümüş kaplamalı içki kupası hazırlatmıştır. (23) Tarihçi Nestor (Nestor the Chronicler), “Povesti Vremennıyh Let” (Geçmiş Yıllar Kıssası) adlı eserinde, Peçeneklerin Hanı Kurya’nın Kiev Büyük Knezi Svyatoslav’ı mağlup edip, kafasını uçurduğunu ve kafatasından kıymetli metallerle kaplı içki kabı yaptırdığını belirtmektedir. (24)

Ayrıca şu da unutulmamalı ki, kafatası kültü, eski zamanlardan beri dünya arkeolojisi ve mitolojisinde de çok yaygın olan bir külttür. Azerbaycan’da Azıh Mağarasında 300.000 yıl öncesi Alt Paleolitik dönemine ait, içinde ayı kafataslarının saklandığı gizli bir yer bulunmuştur. Bu kafataslarından birinde birbirlerine paralel yedi çizgi sıralanmış, en üstte (sayı birimi göstergesi olarak) enlemesine bir çizgi çizilmiştir. (25) İster öküz ve kızıl akbaba gibi hayvan kafatası ister insan kafatası kültünün izlerine, insanlığın en eski kültürlerinden olan M.Ö. VIII-VII binyıllara ait Türkiye’nin Çatalhöyük ve Çayönü gibi en eski yerleşim merkezlerinde (komplekslerinde) de rastlanmaktadır.(26)

Kafatası, içki kabı olarak yaygın bir şekilde Tibet’te kullanılmıştır. B. Laufer, farklı milletlerin farklı dönemlerde kafatası kullandıklarına dair geniş bilgi toplamıştır. Onun araştırmalarından, akrabalarının ve arkadaşlarının kafataslarını içki kabı olarak kullanan Amerika ve Avustralya kabileleri de dâhil olmak üzere, dünyadaki bütün halklarda bu kültün olduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber Laufer’in örnek verdiği bazı benzetmelerin esasa dayandırılmadığını da belirtmek gerekir. Meselâ, Edda’da kafatasının içki kupası olarak kullanılması kültüne dair bulunduğu atıf doğrulanmamıştır.(27)

Diğer araştırmacı A.L. Andrews, Odin’e akıl veren (ve konuşan) Mimir başından (kafatasından) hareketle Edda’da Mimir kafatasının içki kabı olarak kullanıldığına dair aynı şeyleri ispat etmeye çalışır.(28)  Daha sonra J. Lindow, bu yorumlamayı “romantik” bularak Mimir kafasının (kafatasının) içecek kabı olarak kullanıldığına dair gerçeğe dayalı hiçbir delilin bulunmadığını belirtmiştir. (29)

Yukarıda mezkûr delillerden hareketle kafatası kültünün her kavme mahsus “yerel” özellikler taşıdığı kanaatine varmak mümkündür. Hayvana veya insana ait kafatası akıl almak için kullanıldığı gibi, içecek kabı olarak da kullanılmış olabilir. İçecek kabı olarak kullanılan kafatasları düşmana veya arkadaşa ait de olabilir. Ayrıca zaman faktörünü göz önünde bulundurmak gerekir ki, zamanla bu kültün aynı halkta bile şekil değiştirmesi mümkündür.

Kafataslarının bu tür özelliklerinin incelenmesi, kafatası kültünün “yerel” özelliklerinin tespit edilmesine imkân sağlar. Yukarıda zikredilen bilgilere dayanarak sadece Hunlara ve İskitlere mahsus kafatası kültünün özellikleri üzerinde durmak istiyoruz:

1) İskitler ve Hunlar, düşmanlarının kafataslarını savaş ganimeti olarak biriktirmişlerdir;
2) İskitler ve Hunlar düşmanlarının kafataslarını değerli metallerle kaplayarak içecek kabı olarak kullanmışlardır;
3) savaşta düşmanlarının kellesini alan İskitler ve Hunlar, toplumda itibar kazanmış ve bir kupa şarapla ödüllendirilmişlerdir;
4) savaşta düşmanlarının kafasını uçuran İskitlerin ve Hunların savaşta kazandıkları ganimetler kendilerine bırakılmıştır;
5) İskitlerde ve Hunlarda kafatası kültünün kutsal önemi gibi, aynı zamanda askerlerin savaşta ne kadar iyi savaştıklarını denetlemeyi sağlayan pratik yönü de olmuştur.

Şunun altını bir daha çizmek gerekir ki, İskitlerdeki ve Hunlardaki ancak bu benzerliklerin tamamı bir araya getirildiğinde, bu iki halkta kafatası kültünün aynı özelliklere, en önemlisi de bu kültün özgünlüğüne işaret etmektedir.

İSKİTLERİN VE TÜRK HALKLARININ DİNLERİNDE KILIÇ KÜLTÜ

İskitlerin ve Hunların Dinlerinde Kılıca Tapma

Herodot, İskitlerin Ares’e tapma sürecini şöyle tasvir etmektedir:

“İskitlerin her bölgesinde Ares için, açık bir mekânda çalı çırpıdan dağlar şeklinde birbirlerinin üzerine yığılmış üç aşamalı ve uzunluğu ile genişliği hemen hemen aynı, ama yüksekliği uzunluğuna ve genişliğine nispeten daha az olan mabetler dikilir. En üstte üç tarafı düz olan, dördüncü tarafında da girişi olan dikdörtgen şeklinde bir alan oluşturulur. Kötü hava durumlarında bu inşaat daima çöker. Dolayısıyla her yıl buraya yüz elli yük çalı çırpı getirilir. Her tepenin başına eski demir kılıç yerleştirilir. İşte bu kılıç, Ares putudur. Bu kılıca her yıl diğer Tanrılara olduğundan daha fazla at ve büyükbaş hayvan getirilip kurban kesilir”. (30)

Pan Ku’nun derlediği “Han Şu”(31)  ve onun daha sonraki ilâvelerinde Asya Hunlarının kılıca taptıklarından bahsedilmektedir. Kao Chu-hsun özellikle bu konuyu ele aldığı makalesinde bütün bu bilgileri bir araya getirmiştir. Bunlara aşağıda yer verilecektir.

Ch’ing hanedânından Wang Hsien Chien “Coğrafya ile ilgili Risale”nin ilâvesi olan “Han Şu”da şöyle yazmaktadır: “Hükümdâr Hsiu Chu’nun (başka bir ifadeyle Siu Tu) Gökyüzüne tapmak için hazırlanan metal askerleri ve Ching Lu kaması için Xiongnu (Hsiung-nu) ile ilgili kayıtlara bakınız”. (32)  Xiongnu (Hsiung-nu) ile ilgili kayıtlarda, Hunların hükümdarı Lao-Şang Şan-yu’nun iki Çin elçisiyle beraber dağ tepesine çıktığı, orada beyaz bir atı öldürdükleri ve hükümdarın, atın kanına şaraba bandırılmış Ching Lu kamasını daldırdığına dair yukarıda bahsedilmiş olan bilgiler bulunmaktadır. (33)

Çince kaynaklardan alınmış olan bu iki kayıtta, “ching lu”nun, “kılıç” veya “kama” anlamına gelen Türkçe bir kelimenin Çince eski fonetik karşılığı olduğu belirtilmektedir. Kao Chu-hsun, makalesinde “ching-lu” kelimesinin anlamını geniş bir şekilde ele almaktadır. F. Hirth, K. Shiratori ve B. Karlgren’le aynı fikirde olan Kao Chu-hsun, “l” ve “r” ünsüzlerinin birbirine dönüşebilirliğine de dayanarak “ching-lu”nun çift yüzlü kama anlamında kullanılan Türkçe “kyngrak/qingrak” ve Moğolca “kingara” kelimelerinin Çince fonetik karşılığı olduğunu ileri sürmektedir.(34)  Bu tür kamalara Yunanlılar “akinakes” diyorlardı. Daha önce de bahsedildiği gibi, Herodot’ta da İskitlerin kılıca taptıklarına dair kayıtlar vardır. Kao Chu-hsun, Han hanedânının tarihi olan “Han Şu”yu, bu kitabın Çinli tarihçiler tarafından düzenlenmiş olan daha sonraki ilâvelerini ve kutsal (ilahî) kılıçla ilgili çağdaş araştırma çalışmalarını esas alarak İskitler ve Hunlarda kutsal kılıç kültünün aynı olduğunu belirtmektedir.

Kao Chu-hsun’a göre Sima Qian, eski Hunların dokuz kat Gök’e  (gökyüzünün dokuz tabakasına) taptıklarına işaret etmektedir. Bu dokuz tanrıdan sadece bir tanesine, kutsal Ching-Lu kılıcına sunaklar dikmişlerdir.(35)  İskitler de sadece kılıç tanrısı olan Ares’e sunaklar dikmişlerdir.(36)  Hunlarda ve İskitlerde ching-lu kılıcı, insan biçimindeki Savaşçı Tanrı kültüyle özdeşleştirilmektedir. Bunun delillerini şu aşağıdaki alıntılarda bulmak mümkündür.

“Coğrafya ile ilgili Risale”nin ilâvesi olan “Han Şu”da: “Yun Yang’da (37) hükümdâr Hsiu Chu’nun, gökyüzüne tapmak için dikilmiş olan metal [veya altın] askerleri ve üç Ching Lu Shen mabedi vardır” denmektedir. “Han Şu”daki “Kurban Risalesi”nde geçen diğer kayıtta da: “Yun Yang’da hükümdâr Hsiu Chu’nun hürmetine kurban kesmek amacıyla dikilmiş olan üç Ching Lu Shen mabedi vardır” denilmektedir. Hsiu Chu, Batı Hunlarına ait kabilelerin hükümdarıdır. (38)

Böylece yukarıda mezkûr Çince kaynaklardan alınmış olan kayıtlara dayanarak “Göklerin metal [altın] savaşçısı”nın, başka bir ifadeyle “Metal tanrı”nın ve “kutsal Ching Lu kaması”nın aynı İlah’ın anlamsal hipostazı olduğunu, daha doğrusu Hunlarda da, İskitlerin Ares’ine benzer Savaş Tanrısı olduğunu tespit etmek mümkündür.

Geriye sadece son meseleyi açıklığa kavuşturmak kalıyor. “Han Şu”daki “Kurban Risalesi”nden alınan yukarıda verdiğimiz alıntıdaki, Ching Lu mabetlerinin hükümdar Hsiu Chu’nun hürmetine kurban kesmek için dikildiğine dair görüşe katılmıyoruz. “Han Şu”nun 96.bölümünde Çin kumandanı Piao Chi’nin (başka bir ifadeyle Huo Qubing) Çin’e göre daha batıda olan Hunların topraklarını fethettiğinden, Hun kabilelerinin hükümdarları Hong Ye’yi ve Hsiu Chu’yu teslim olmaya zorladığından ve sonra bu fethettiği yerlerde ilk defa kaleler inşa ettiğinden bahsedilmektedir. (39)

“Han Şu”nun 68.bölümünde M.Ö. 121 yılının yazında kumandan Huo Qubing’in Çin’e göre daha batıda bulunan topraklara saldırıp, Hunların hükümdarı Hsiu Chu’nun taptığı Altın Gökyüzü Adamını ele geçirerek Batı Hunlarını mağlup ettiğine dair bilgiler vardır. (40) Hunların hükümdarı (Şan Yu), kendisine bağlı iki kağanın Çin’e karşı koyamadığını duyunca öfkelenip onları öldürmeye karar verir. Ölesiye korkan kağanlar Çin’in hâkimiyeti altına girmeye karar verirler. Ancak daha sonra Hsiu Chu kararından döner ve Hong Ye onu öldürdükten sonra Hsiu Chu’nun ordusunu kendi ordusuna katarak Çin’e teslim olur. Çin imparatoru onu tahtından eder ama unvanını bırakır. Hsiu Chu’nun ailesi ise köleleştirilir. O zaman 14 yaşında olan oğlu Mi-ti Sarı Kapıların ahırına imrahor olarak tayin edilir. Çinliler Mi-ti’ye, babası Hsiu Chu’nun altın savaşçı heykeli (chin jen) yaptırmasından dolayı Chin Mi-ti adını verirler. “Chin”, “altın” anlamına gelmektedir . (41) Daha sonra Chin Mi-ti imparatorun sağ kolu olur ve sarayda yüksek konuma gelir. (42)

Kao Chu-hsun, Yun Yang’daki Ching Lu kaması için yapılmış mabetlerin Hsiu Chu ailesinin değil, bütün Hunların mabetleri olduğu görüşünde ısrar etmektedir. Bunun delili de şu aşağıdaki hususlardır: Birincisi, yukarıda bahsedildiği gibi, Altın Gökyüzü Savaşçısı’nın (Adamının), Hunların hükümdarı Hsiu Chu daha hayattayken ele geçirilmiş olması gerçeğidir. Bu, Demir Savaşçı ve Kılıç kültlerinin, hükümdarları Hsiu Chu öldükten sonra Hunlar tarafından oluşturulmayıp hükümdarın vefatından çok önce de varlığını sürdürdüğünü ispatlamak için yeterli bir gerekçedir. İkincisi de, Yun Yang’daki Ching Lu kaması için dikilmiş mabetlerin temellerinin, M.Ö. 61 yılında yani hükümdâr Hsiu Chu’nun vefatından 60 yıl sonra; M.Ö. 85 yılında vefat eden oğlu Chin Mi-ti’nin ölümünden 25 yıl sonra; Çin İmparatoru Wu’nun vefatından bir yıl sonra atıldığı gerçeğidir.(43)  Kao Chu-hsun’un görüşüne katılarak şunu ilâve edebiliriz ki, “Kurban Risâlesi”nde Ching Lu kaması için dikilmiş mabetlerin Hunların hükümdarı Hsiu Chu’nun ismiyle bağdaşlaştırılma sebebi, Hunların savaş tanrısı ile hükümdarlarının isimlerinin aynı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu da hükümdar Hsiu Chu’nun ismini, Hunların savaş tanrısının adından aldığı anlamına gelmektedir . (44)

İskit ve Avrupa Hunlarının Dinlerinde Kılıca Tapma
Priskos’a (Romalı Priscus’a) atıfta bulunan Jordanes’in örnek verdiği Avrupa Hunlarının efsanesine göre, savaş tanrısı Mars’ın kılıcına hâkim olan Atilla kendini dünyanın hükümdarı olarak ilân eder.
“Zaten kendinden emin olma özelliğine sahip Atilla’nın kendine güveni, İskit hükümdarları arasında her zaman kutsal olarak saygı duyulan Mars’ın kılıcını bulduktan sonra daha da artar. Tarihçi Priskos kılıcın hangi şartlarda ve nasıl bulunduğunu şöyle anlatır: Çoban, sürüsünden bir düvenin topalladığını fark eder ancak yarasının sebebinin ne olduğunu anlayamaz. Endişeli çoban kan izini takip eder ve otlarken yanlışlıkla düvenin ayakları altında çiğnenmiş kılıca rast gelir. Çoban, kılıcı toprak altından kazıyıp çıkartır ve Atilla’ya götürür. Atilla, buna çok sevinir. Bundan kendisinin dünyaya hâkim olacağı anlamını çıkartarak kılıcı memnuniyetle kabul eder. Atilla, Mars’ın kılıcının bütün savaşlarda ona zafer kazandıracağından emindi”. (45)
Otto John Maenchen-Helfen’e göre (Almancası: Otto Mänchen-Helfen), bu olay Priskos’un ağzından anlatılan bir başka Yunanca kaynakta (Constantinian Exerpts) da mevcuttur. Kılıcın aranıp bulunma sürecinin kısa ve öz anlatılmasına rağmen kılıcın kendisi çok teferruatlı bir biçimde tasvir edilmektedir. “Kılıç [Atilla’nın bulduğu Mars’ın Kılıcı], Savaşların Tanrısına inanan İskit hükümdarları arasında saygı duyulan kutsal bir kılıçtı. Ancak [kılıç] çok eski zamanlarda kaybolmuştur.” (46)
Bu alıntıda Herodot’un anlattığı İskitlerin ilk hükümdarı Kolaksay tarafından elde edilen gökten düşmüş yanan kılıçla ilgili mit söz konusudur.
“Köroğlu” destanının Azerbaycan versiyonunda destanın kahramanı olan Köroğlu’nun kılıcının, yıldırım misali gökten düşmüş ilahî (kutsal) metal parçasından yapıldığı anlatılmaktadır. (47)
Otto John Maenchen-Helfen’in araştırmalarında Ortaçağ Türk halklarının nasıl kendi kılıçları üzerine yemin ettiklerine dair birkaç örnek daha mevcuttur. (48)
İskitlerin, Asya Hunlarının ve Avrupa Hunlarının Dinlerinde Kılıç İçin Kurban Kesme
Herodot, İskitlerin Ares için kurban kesmeleriyle ilgili olarak şunları yazmaktadır:
“İşte bu kılıca her yıl diğer Tanrılara kesilen kurbanlardan daha çok sayıda at ve büyükbaş hayvan kurban kesilir. Ayrıca her yüz esirden biri kurban edilmeye mahkûmdur. Ancak esirlerin kurban edilmesi, hayvanların kurban edilme usulünden farklı bir merasimle gerçekleştirilir. Esirin başına önce şarap serpilir, sonra kabın üzerinde başı kesilir (boğazlanır). Sonra da kanı çalı çırpı yığınının bulunduğu yukarıya götürülür ve orada bu kan kılıca serpilir. Yukarıda durum böyle iken o yığının altında, yani mabedin alt kısmında şöyle bir merasim yapılır: Boğazlanmış kurbanların sağ kolunu omzuyla birlikte kesip havaya fırlatırlar; diğer kurbanlık hayvanlar da kesildikten sonra merasim biter ve herkes dağılır. Kurbanın kolu düştüğü yerde kalır, cesedi ise ayrı bir yerde durur”. (49)
İskitlerin ve Hunların kılıca kurban kesme gelenekleri arasında şöyle benzerlikler tespit ettik:
1) Hunların hükümdarı Lao-Şang Şan-yu’nun bir kapta beyaz atın kanını şarapla karıştırıp, bu karışıma da Ching Lu kamasını daldırdığına dair Çince yazılı kaynaklarda geçen bilgilerden, Hunların da aynen İskitler gibi kutsal kılıç için kurban kestikleri anlaşılmaktadır. (50)
2) Hunlar da İskitler gibi, kutsal kılıca esir kurban etmişlerdir. “Han Şu”da Hunların, Çin generali Li Guang’ı (Li Kuang) silah için kurban ettiklerine dair kayıtlar vardır. Kao Chu-hsun, N. Egami’ye atıfta bulunarak “Kan Şu”da geçen “Silah için kurban kesme” ifadesinin “Ching Lu” kaması için kesilen kurban olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtmektedir. (51)
3) İskitler, esirleri Ares’e kurban olarak keserken önce kafalarına şarap döküp sonra bir kap üzerinde gırtlaklarını keserler. Şarapla karışmış kan kaba akıtıldıktan sonra bu karışım kutsal (ilahî) kılıcın üzerine dökülür. (52) Hunlar, Ching Lu kılıcı üzerine yemin törenini gerçekleştirirken bir kaba kan ve şarap koyduktan sonra bu kaba Ching Lu kamasını daldırırlar. (53)
Bütün bunlardan şu neticeye varmak mümkündür:
1) İskitler de, Asya Hunları ile Avrupa Hunları da kılıca tapmışlardır;
2) hem İskitlerde hem Asya Hunları ile Avrupa Hunlarında da kılıç tanrısı, insan kılığındaki Ares/Mars/“Metal Savaşçı”dır;
3) İskitler de Hunlar da sadece kılıç tanrısına sunaklar dikmişlerdir;
4) İskitler de Hunlar da (kutsal) kılıç için atları ve esirleri kurban olarak kesmişlerdir;
5) İskitler de Hunlar da kurbanların kanlarını şarapla karıştırmışlardır;
6) Gökten düşmüş yanan “Kolaksay kılıcı” ile ilgili İskit miti, Türk halklarının destanlarında da mevcuttur.
İSKİTLERDE VE TÜRK HALKLARINDA ANTİ ASİMİLASYON PSİKOLOJİSİ
Herodot’un “Tarih”inde İskitlerin asimilasyona karşı tahammülsüzlük psikolojisini resmeden iki olay mevcuttur. Birincisi, İskitlerin düşmanlarına karşı stratejik üstünlük elde etmelerini sağlayan ihlâl edilemez göçebe hayat tarzıdır.
“Tanıdığımız bütün halklar arasında sadece İskitler, insan hayatı için en önemli sanata sahiptirler. Bu sanat, kendine saldıran hiçbir düşmanın kurtulmasına imkân bırakmamalarından ileri gelmektedir. Ayrıca kendileri buna izin vermedikçe onları geçmek, onların üstesinden gelmek de mümkün değildir. Zira İskitlerin ne şehirleri, ne de kaleleri vardır, evlerini yanlarında taşırlar. İskitlerin hepsi güzel at biner ve ok atarlar; tarımla değil hayvancılıkla uğraşırlar; evleri, çadırlardır. Böyle bir halkın ele geçirilmesi ve yenilmesi hiç mümkün mü? İskitlerin bu özelliklerinde tabii olarak onların topraklarının ve nehirlerinin de payı vardır”. (54)
İkincisi, İskitlerin, atalarından devam ede gelen örf-adetlerine sımsıkı bağlı olmalarıyla ve diğer yabancı halkların geleneklerini benimseyen kendi kandaşlarını ağır bir şekilde cezalandırmalarıyla ilgilidir. Bunun ne anlama geldiğini açıklamaya çalışacağız.
İskit hükümdarlarından Anaharsis (Anacharsis) ve Skil (Scyles, Skyles) diğer halkların hayat tarzı ve geleneklerini uyguladıkları için kendi kabileleri tarafından öldürülmüşlerdir. Herodot’un anlattığına göre Anaharsis çok seyahat eden ve farklı halkların bilgelik sırlarına erişmeye çalışan birisidir. Anaharsis seyahati sırasında, yabancı bir ülkedeki Tanrıça’ya ülkesine sağ salim döndüğü takdirde kendisi için ayin yapacağına dair yeminde bulunur. İskitya’ya dönünce “Ağaçlar Mekânı” olarak bilinen Giley adlı bir yere saklanır. Ayini orada yapar. Ancak onu gören İskitler hükümdar Savliy’e haber verirler. Savliy bu haberi duyar duymaz olay yerine varır ve yabancı örf-adetlere uyduğu için kendi elleriyle kardeşini (55)öldürür. (56)
Herodot daha sonra aradan yıllar geçtikten sonra İskit hükümdârı Skil’in başına da aynı şeylerin geldiğini yazar. Skil’in babası İskit hükümdârı Ariapites (Ariapeithes); annesi ise Yunanlı birisidir. Annesi, Skil’e Yunancayı ve yazmayı öğretir; bunun yanı sıra Yunanca olan her şeye karşı sevgi beslemesine vesile olur. Skil, hükümdâr olduğu zaman sık sık Boristen’e gider. Şehre girerken Yunan kıyafetini giyer. Skil, Boristen’de evlenip kendine bir ev yapar. Orada bazen bir ay bazen de daha fazla kaldıktan sonra şehirden ayrılır. Tekrar İskit kıyafetlerini giyerek bozkırdaki topraklarına döner. Tabii olarak İskitler, deliliğe yol açan Tanrı’ya tapmanın ahmaklık olduğu düşüncesiyle Yunanlıları, Bacchanalia ayinine olan tutkularından dolayı kınarlar. Bir keresinde Skil, Bacchanalia ayinine katılır. Bunu gören Boristen ahalisinden birisi, İskitlerin dalga geçtikleri Yunan geleneklerini kendi hükümdarlarının benimsediğini İskitlere haber verir. Haberi ulaştıran adam İskitleri gizlice Bacchanalia’nın yapıldığı yere götürür. İskitler orada Yunan kıyafetini giyip, Yunan müzik aletini çalan kendi hükümdarlarını görünce hemen şehri terk ederler. Bu haberi bütün orduya yayarlar. Bundan sonra halk ayaklanır, Skil’in baba tarafından kardeşi olan Oktamasad’ı (Octamasadas)  hükümdar olarak seçer. Skil, İskitlerin elinden kurtulamaz. Oktamasad onun kellesini alır. Bu olayı özetleyen Herodot: “İskitler geleneklerine o kadar sıkı bağlılar ki, başka kültürlere ait bir geleneği benimseyenleri en ağır cezaya tâbi tutarlar” diye yazmaktadır. (57)
İlk bakışta Herodot’un yazdıklarından bir toplum olarak İskitlerin psikolojik özellikleriyle ilgili kesin bir sonuç çıkarmak mümkün olmayabilir. Ancak daha teferruatlı tahlil yapılarak İskit ve diğer göçebe halkların toplumsal ve psikolojik özellikleri karşılaştırıldığında şu sonuçlara varmak mümkündür:
– İskit toplumunun psikolojik özellikleriyle ilgili Herodot’un anlattığı iki olayda, birbirlerinden ayrı ele alınamayan bir bütün sistem söz konusudur.
– Bu iki psikolojik tespit, birbirleriyle bağlıdır ve İskitler için bu, erimeye (asimilasyona) karşı bir nevi koruyucu bariyer niteliğindedir.
Bu görüşleri desteklemek için, Hunların yabancı olan her şeye karşı tahammülsüzlükleriyle ilgili Han Hanedânı devrinden kalma Çince yazılı kaynaklara başvurulabilir.
Çin tarihçisi Sima Qian, M.Ö. 174 ve 161 yılları arasında Hunların hükümdarı Lao-Şang Şan-yu ile danışmanı Çung-Hang Yueh arasında geçen şu diyaloga yer verir : (58)
“Han (Çin) imparatorluğunun ipeği ve yemeği Hunların hoşuna giderdi. Danışmanı Çung-Hang Yueh, Hun hükümdârı Şan-yu’ya dönüp şöyle dedi: “Hunlar, Han imparatorluğu hâkimiyeti altındaki her hangi bir halktan nüfusça daha azdır. Ancak Hunlar, kendi yemekleri ve kıyafetlerine sahip olmaları sayesinde çok güçlüdürler ve hiçbir şeyden dolayı Han İmparatorluğu’na bağlı değildirler. Şan-yu, Çin yemeklerini benimsemeye ve Hunların geleneklerine değişiklik getirmeye çalışıyor. Bu sebeple, Han buraya kendi mallarının beşte birinden daha az bir kısmını gönderse bile neticede amacına ulaşır ve bütün Hun halkını köleleştirmeyi başarır”. “Bugünden itibaren, yani Han’ın ipeğini elde ettiğiniz günden itibaren üzerinize giyip çalılar ve dikenler arasında at üstünde koşturun. Pantolonlarınızın ve kaftanlarınızın ne kadar çabuk paramparça yırtıldığını herkes görür ve ipekten yapılmış giyimin keçe ve deriden yapılmış giyimle kıyaslanamayacağını anlar. Aynı şekilde Han’ın yemeğini aldığınız zaman da onu atın ki, halk Han yemeğinin süt ve kımız kadar kullanışlı ve lezzetli olmadığını anlasın”. (59)
Bu diyalogdan da anlaşılacağı üzere, Türk halklarının yabancı kültüre ait hayat tarzını reddedişi, aslında bir nevi bağımsızlıklarını koruma mekanizmasıdır. Asya Hunları bağımsızlıklarını, ihtiyaçlarını kendi iktisadî imkânlarıyla karşılamaları sayesinde koruyabilmişlerdir. Hunlar, Çin İmparatorluğu’na bağlı değillerdi. Türk halklarında yabancı kültüre ait örf-adetleri ve töreleri inkâr etme prensibi, Hunların millî ideolojisinin olmazsa olmaz unsurlarından biri olmuştur. Daha sonraki döneme ait Orhun-Yenisey yazıtlarında buna dair örnekler mevcuttur:
“…altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öyle yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötülüğü o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orada kötü kişi öyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan öldün! O yere doğru gidersen, Türk milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken yerinde oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.(Güney Cephesi, 5-8.satırlar) (60)
Çin İmparatorluğu’nda Çin’in hayat tarzını kabul edenleri teşvik etme geleneği vardı. Bu, Türk halklarının yavaş yavaş göçebe hayat tarzından yerleşik hayat tarzına geçmelerine ve neticede onların sıkça asimilasyona uğramalarına yol açmıştır. Çin medeniyetinin etkisi altında kalanlar, Doğu’nun “Anaharsis”leri ve “Skil”leriydi. Herodot’tan bin yıl sonra yazılmış olan Kül-Tigin yazıtlarından da anlaşılacağı üzere, İskit ve Türklerin psikolojik özelliklerinde aynılık söz konusu idi. Bu benzerlikleri destekleyen bir başka kayıt da, Kül-Tigin’in ağabeyi Bilge Kağan ile danışmanı Tonyukuk arasında geçen bir diyaloga atıfta bulunulan Tang hanedanının tarihinden alınmış fragmanlarda bulunmaktadır:
“Kendisine teslim edilen çok sayıda Çinli mülteciye sahip olan Bilge Kağan, yeni şehirler ve mabetler inşaat etmeyi düşünür. Tonyukuk: “Bu, büyük bir hata olur. Türklerin nüfusu çok azdır, Tang (Çin) halkının yüzde biri kadar olamaz. Onlara karşı koyabilmemizin tek şartı, göçebe hayat tarzımızdır. Biz su ve otlaklar ararız; ama ikamet ettiğimiz belirli bir yer yoktur. Üstelik hareketli hayat tarzımız var: herkes savaş sanatı eğitimini almış, ok atabilir ve avlanabilir. Zayıf düştüğümüz zaman geri çekilip, dağlarda veya ormanlarda saklanabiliriz. Tang’ın çok sayıda askerinin olmasının bizim için bir tesiri yoktur. Şayet şehirler inşaat etmeye başlarsak ve hayat tarzımızı ve örf-adetlerimizi değiştirmeye başlarsak o zaman Tang, bizi “yutacaktır”. Ayrıca mabet geleneği, insanlara cömert ve zayıf olmayı öğretir. Bu ise, savaş sanatının gelişmesi ve iktidar mücadelesi için iyi değildir. Dolayısıyla bütün bu dediklerin yapılmamalıdır.” Bilge Kağan bu görüşe katılır.” (61)
Görüldüğü üzere, Türklerin yabancı kültürlere ait her şeyi reddedişinin sebebi vardır: atalarından devam ede gelen hayat tarzlarını kaybetme ve hem askerî hem de kültürel olarak zayıf düşme tehlikesidir. Askerî olarak zayıf düşmekten kasıt, ordunun ve askerlerin mücadeleci niteliklerini kaybetmesi ise; kültürel olarak zayıf düşmekten kasıt, sayıca çok az olmalarından kaynaklanan asimilasyon (erime) korkusudur.
Böylece, esas aldığımız Yunanca, Çince ve Türkçe yazılı kaynaklarda yer alan bilgileri şöyle özetleyebiliriz:
1) İskitler de Göktürkler de göçebe hayat tarzlarını, düşmanlarına karşı askerî üstünlük elde etmek için kullanmışlardır (62); yerleşik hayat tarzı yaşayan halklara nispeten sayıca daha az olan İskitler ve Göktürkler, göçebe hayat tarzını askerî güçlerinin zayıf düştüğü dönemlerde koruyucu bariyer olarak kullanmışlardır;
2) İskitler, Hunlar ve Göktürkler asimilasyona uğramamak ve kendilerinden sayıca daha çok olan yerleşik halkların kültürel tesiri altında kalmamak için örf-adetlerine sıkı bağlı kalmış ve yabancı kültüre ait gelenekleri benimseyenleri ağır cezaya tâbi tutmuşlardır;
3) İskitler, Hunlar ve Göktürkler anti asimilasyon psikolojisi bakımından aynı özelliklere sahiptiler.
Böylece, şöyle tespitlerde bulunabiliriz:
1. İskitlerin defin törenleri Asya Hunlarının, Avrupa Hunlarının, Göktürklerin ve Moğolların defin törenlerinin aynısıdır.
2. İskitlerin kan yemini törenlerinin aynısı Hunların geleneklerinde de mevcuttur.
3. İskitlerin mağlup ettikleri düşmanlarının kafataslarını içki kabı olarak kullanma geleneği, Asya Hunları için de söz konusudur. Üstelik bu iki halkta savaş ganimetlerinin, kafatası kültünü esas alarak üleştirilmesi geleneği de aynıdır.
4. Herodot’un tasvir ettiği, İskitlerin tanrısı Ares’e tapma ve kurban kesme gelenekleri, Asya Hunlarındaki Ching Lu kamasına tapma ve kurban kesme geleneklerinin aynısıdır. Herodot’un verdiği ilahî (kutsal) kılıç hakkındaki bilgiler İskitlerle ilgiliyken; Çince kaynaklarda bu, Asya Hunlarıyla, Yunanca kaynaklarda ise Avrupa Hunlarıyla ilgilidir.
5. İskitler, Asya Hunları ve Göktürkler anti asimilasyon psikolojisi hususunda da aynı özelliklere sahiptir. Göçebe hayat tarzı ve yabancı kültüre ait olan her şeyi reddediş, bu halklarda asimilasyona karşı kullandıkları koruyucu bariyer niteliğindedir.
Netice itibarıyla, daha önce tarafımızdan “Kraliyet (Hükümdar, Çar) İskitleri”nin diliyle ilgili araştırma yapıldığını ve İskitlerin dilinin menşe itibarıyla Türkçe ile aynı kökten geldiğini ispatladığımızı bir daha belirtmek isteriz.  “Kraliyet İskitleri”nin ve Türk-Moğol halklarının farklı geleneklerinin aynı olduğunu gösteren bilgiler ise, sadece İskitlerle Türk-Moğol halklarının aynı kökten geldiğini, akraba olduklarını onaylayan ek bilgi niteliğindedir
Yazar: Dr.ZAUR HASAN-OĞLU HASANOV
Azerbaycan Ulusal Bilimler Akademisi, Arkeoloji ve Etnografya Enstitüsü,
zaurmail@gmail.com
Çeviren: Yrd.Doç.Dr.BAĞDAGÜL MUSA
Ürdün Üniversitesi, Yabancı Diller Fakültesi, Asya Dilleri Türkçe-İngilizce Bölümü,
bagdagulmussa@gmail.com
dipnotlar:
1-Zaur Hasanov, Çar iskitler: İskitler ve eski Oğuzlarin etno-dil özdeşleştirmesi, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2009
2-  Herodot, İstoriya, (perevod G. A. Stratanovskogo), Nauka, Leningrad, 1972, IV, 53, 71, 72, 73.
3-Sima Qian, Records of the Grand Historian: Han Dynasty II, Burton Watson (trans.), Columbia University Press, Hong Kong & New York, 1993, The Account of the Xiongnu, Shi ji: 110.
4-The Gothic History of Jordanes in English version. With an  introd. and comment. by Charles Mierow. Speculum Historiale, Barnes & Noble, Cambridge-New York, 1960, XLIX, 254.
5-S. E. Malov, Pamyatniki drevnetyurkskoy pismennosti: tekstı i issledovaniya, Iz-vo AN SSSR, Moskva–Leningrad, 1951, Bilge Kağan Yazıtı, X a, 11-12. satırlar.
6- Kniga Marko Polo, (perevod I. P. Minaeva,), Gos. iz-vo geografiçeskoy literaturı, Moskva, 1955, LXIX.
7-Raşid ad-Din, Sbornik Letopisey, (perevod L. A. Hetagurova,), t. I kn. 2. Moskva–Lenigrad: Iz-vo. AN SSSR, 1952, A97a, S.248.
8-The Gothic History of Jordanes…, XLIX, 258.
9-  Herodot, a.g.e., IV, 62.
10-E. H. Minns, Scythians and Greeks: a Survey of Ancient History and Archaeology on the North Coast of the Euxine from the Danube to the Caucasus, Biblo and Tannen, New York, 1971, p. 89.; Fridrik Thordarson, “The Scythian funeral customs: some notes on Herodotus IV, 71-75”, A green leaf. Papers in honour of Professor Jes P. Asmussen (Acta Iranica, 28), Brill, Leiden, 1988, p. 546.
11-J. A. Boyle, “A form of horse sacrifice amongst the 13th and 14th century Mongols”, Central Asiatic Journal, X/3-4 (1965), p.145-150.
12-Herodot, a.g.e., IV, 72.
13-Gor-oglı: Turkmenskiy geroiçeskiy epos, Nauka, Moskva, 1983, I, 65.
14-Taner Tarhan, “İskitlerin Dini İnanç ve Adetleri”, Tarih Dergisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, sy. 23 (1969), s. 168.
15-Herodot, a.g.e., IV, 70.
16-Kao Chu-hsun, “The Ching Lu Shen Shrines of Han Sword Worship in Hsiung Nu Region”, Central Asiatic Journal, V/3 (1960), p. 223.
17-Frank Trippet, The First Horsmen, Time Life Books, New York, 1974, p.99.; Ortwin Dally, “Skythische und Graeco-Skythische Bildelemente im Nördlichen Schwarzmeerraum”, Im Zeichen des Goldenen Greifen: Königs Gräber der Skythen, (ed. Menghin, W., Partzinger, H.), Prestel, Munich, 2007, p. 297.
18-Sima Qian, a.g.e., The Account of the Dayuan, Shi ji: 123.
19-Herodot, a.g.e., IV, 65.
20-Herodot, a.g.e., IV, 64.
21-Herodot, a.g.e., IV, 66.
22-Sima Qian, a.g.e., The Account of the Xiongnu, Shi ji: 110.
23-Letopis Feofana Vizantiytsa: ot Diokletiana do tsarey Mihaila i ego sına Feofilakta, (perevod V. I. Obolenskogo, F. A. Ternovskogo), Moskva, 1884, 6303 – (803. yıl).
24-Povesti vremennıh let, (perevod D. S. Lihaçeva), Im Werden Verlag, Moskva–Augsburg, 2003, 6480 – (972. yıl).
25-I. G. Aliev, “Drevneyşee çeloveçeskoe obşestvo Azerbaydjana: paleolitiçeskie ohotniki i sobirateli”, Istoriya Azerbaydjana. Elm, Baku, 1995, s. 28.
26-Jacques Cauvin, The birth of the Gods and the origins of agriculture, çev. Trevor Watkins. Cambridge University Press, Cambridge, 2000, p. 89-90.; Ian Hodder, Theory and practice in archaeology, RoutledgeCurzon, London & New York, 1992, p. 211-213.
27-Berthold Laufer, “Use of Human Skulls and Bones in Tibet”, Field Museum of Natural History, Department of Anthropology, Chicago, No. 10, 1923, p. 9-24.
28-Andrews A. Leroy, “Old Norse Notes 7: Some Observations on Mímir”, Modern Language Notes, The Johns Hopkins University Press, vol. 43, 1928, p. 166-171.
29-John Lindow, Norse Mythology: A Guide to the Gods, Heroes, Rituals and Beliefs. Oxford University Press, New York, 2002, p. 230-232.
30-  Herodot, a.g.e., IV, 62.
31-“Han Şu”, Çin’deki Han hanedanının tarihidir. “Han Şu”nun asıl derleyicisi, Çinli tarihçi Pan Ku’dur. Çinli tarihçiler eserin, babası Pan Ku tarafından başlatılıp, kızı tarafından bitirildiğini ileri sürmektedirler.
32-Kao Chu-hsun, a.g.e., s. 223.
33-Kao Chu-hsun, a.g.e., s. 223.
34-Friedrich Hirth, The Ancient History of China: to the end of the Chou dynasty, Columbia University Press, New York, 1908.; Kao Chu-hsun, a.g.e., p. 223.; Bernhard Karlgren, Philology and Ancient China. Aschhehoug & Co, Oslo, 1926.; Kurakichi Shiratori, “On the territory of the Hsiung-nu prince Hsiu-t’u Wang and his metal statues for heaven worship”, Memoirs of the Research Department of the Toyo Bunko (the Oriental Library), Tokyo, 1930, No. 5.
35-Kao Chu-hsun, a.g.e., s. 221.
36-Herodot, a.g.e., IV, 72.
37-Yun Yang, Han hanedanının başkentinin yakınlarında bir yerdir.
38-Kao Chu-hsun, a.g.e., s. 222.
39-A. F. P. Hulsewe (trans.),  China in Central Asia. The Early Stage: 125 B.C.-A.D.23. An Annotated Translation of Chapters 61 and 96 of the History of the Former Han Dynasty, Brill, Leiden, 1979, Han Shu 96A, 6A.
40-Burton, Watson (trans.) Courtier and Commoner in Ancient China, Selections from the History of the Former Han by Pan Ku, Columbia University Press, New York & London, 1974, Han Shu 68, p. 151-152.
41-Burton Watson jin kelimesini “altın” olarak tercüme etmektedir. Kao Chu-hsun, Hsiu Chu Jin Zhen ifadesini “hükümdâr Hsiu Chu’nun metal savaşçısı” olarak yorumlamaktadır.
42-Watson, a.g.e., Han Shu, 68, 151-152.
43-Kao Chu-hsun, a.g.e., s. 230.
44-Daha teferruatlı bilgi için bkz. Hasanov, Çar İskitler…, ss. 183-225.
45-The Gothic History of Jordanes…, XXXV, 183.
46-bk. O. J. Maenchen-Helfen, The World of the Huns: Studies in their History and Culture. University of California Press, Berkeley, Los Angeles & London, 1973, p. 279.
47-Koroğlu. Çaşıoğlu, Bakı, 2004, s. 13.
48-Maenchen-Helfen, a.g.e., s. 280
49-Herodot, a.g.e., IV, 62.
50-Kao Chu-hsun, a.g.e., s. 223.
51-Namio, Egami, “Examination of the Ching Lu Tao”, Yurashiya kodai hoppo bunka (Ancient cultures of Northern Eurasia),  Tokyo, 1948.; Kao Chu-hsun, a.g.e., s. 227.
52-Herodot, a.g.e., IV, 62.
53-Kao Chu-hsun, a.g.e., s. 223.
54-Herodot, a.g.e., IV, 46-47.
55-Herodot, Savliy ve Anaharsis’in şecerelerini inceleyerek onların kardeş oldukları sonucuna varmıştır.
56-Herodot, a.g.e., IV, 76-77.
57-Herodot, a.g.e., IV, 80.
58-Tarih bu alıntıdan alınmıştır: Jagchid Sechin, Symons Van Jay, Pease, War, and Trade Along the Great Wall: Nomadic-Chinese Interaction through Two Millenia, Indiana University Press, Bloomington & Indianapolis, 1989, s. 25. Mete Han’ın vefatı üzerine M.Ö. 174 yılında oğlu Tsiçu, Lao-Şang ismiyle tahta çıkıp Hunların hükümdarı olur.
59-Sima Qian, a.g.e., The Account of the Xiongnu, Shi ji: 110.
60-Orhun Abideleri’nden alınmış olan bu paragrafın tercümesi için Muharrem Ergin’in Orhun Abideleleri’nden istifade edilmiştir:  Muharrem Ergin, Orhun Abideleri (İnceleme), Boğaziçi Yayınları, İstanbul,  2008, 44.baskı, s. 12-13
61-Liu Hsü and others (887-946 A.D.), Chiu T’ang shu (The old history of the T’ang dynasty, 618-907) (Po-na ed.), (Çince) Reprinted in Taipei, 1967, 194 I, chuan 144 I: Account of the Turks, I, 14b. – Söz konusu kaynaktan alınmış geniş atıf kitapta vardır: Jagchid Sechin, Symons Van Jay, a.g.e., s. 193.
62-Bu dipnot, makalenin Rusça aslında olmayıp sonradan makalenin tercümesi esnasında yazar tarafından eklenmiştir: Herodot, Pers İmparatoru Darius’un İskitleri işgâlini tasvir ederken İskitlerin, Pers ordusuna karşı askerî üstünlük elde etmek için göçebe hayat tarzlarını nasıl kullandıklarını açıkça belirtmektedir. İskitler sürekli geri çekilerek Persleri kendi ülkelerinin içlerine doğru çekerler. Böyle yaparken de Perslerin yollarındaki kuyuları kapatıp, hayvanları götürür ve otları yok ederler. İskitler, uzun bir süre için düşmanlarıyla savaşmaya yanaşmaz. Bütün bunlar, Perslerin güçlü ordusunun bitip tükenmesine yol açar. Bu duruma İlhami Durmuş da dikkatleri çekerek şöyle demektedir: “…Darius, İskitlerin oyalama taktiği karşısında gün geçtikçe daha da güç durumunda kalarak, geri çekilmesinin kendisi ve ordusu için daha akılcı olduğunu düşünmüşdür”. Ilhami Durmuş, “Anadoluda Kimmerler ve Iskitler”, Belleten, LXI/231, 1997, s. 285.
63-Hasanov, Çar İskitler…; Zaur Hasanov, “İskit Etnoniminin Okunuşu”, Tarih Dergisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 2009/2, Sayı 50, 2010, s. 1-10.; Z. H. Hasanov Sotsialno-kulturnıe tsennosti skifov: drevnih aşguzov/işkuzov/guzov, Türk Akademiyası, Prosper Print, Astana, 2013.; Zaur Hasanov, “Suffix -t as an Indicator of Plurality in the Ethnonyms of the Royal Scythians”, Discusions in Turkology (ed. Emiroğlu Ö., Godzinska M., Majkowski F.), Department of Turkish Studies and Inner Asian Peoples, University of Warsaw, Warsaw, 2014, p. 646-655
KAYNAKÇA
* Aliev I. G., “Drevneyşee çeloveçeskoe obşestvo Azerbaydjana: paleolitiçeskie ohotniki i sobirateli”, İstoriya Azerbaydjana, Elm, Baku, 1995, s. 23-38.
* Andrews A. Leroy, “Old Norse Notes 7: Some Observations on Mímir”, Modern Language Notes, The Johns Hopkins University Press, vol. 43, 1928, p. 166-171.
* Boyle J. A., “A form of horse sacrifice amongst the 13th and 14th century Mongols”, Central Asiatic Journal, vol. X/3-4, 1965, p. 145-150.
* Cauvin, J., The birth of the Gods and the origins of agriculture, trans. Trevor Watkins. Cambridge University Press, Cambridge, 2000.
* Dally, O., “Skythische und Graeco-Skythische Bildelemente im Nördlichen Schwarzmeerraum”, Im Zeichen des Goldenen Greifen: Königs Gräber der Skythen, (ed. Menghin, W., Partzinger, H.), Prestel, Munich, 2007, ss. 291-298.
* Durmuş,  İ., “Anadoluda Kimmerler ve Iskitler”, Belleten, LXI/231, 1997, ss. 273-286.
* Egami, Namio, “Examination of the Ching Lu Tao”, Yurashiya kodai hoppo bunka (Ancient cultures of Northern Eurasia), Tokyo, 1948, p. 133-163.
* Ergin, M., Orhun Abideleri (İnceleme), Boğaziçi Yayınları, İstanbul,  2008, 44.baskı.
* Gor-oglı: Turkmenskiy geroiçeskiy epos, Nauka, Moskva, 1983.
*Hasanov, Z.H., “Suffix -t as an Indicator of Plurality in the Ethnonyms of the Royal Scythians”, Discussions in Turkology (ed. Emiroğlu Ö., Godzinska M., Majkowski F.), Department of Turkish Studies and Inner Asian Peoples, University of Warsaw, Warsaw, 2014, p. 646-655.
____________, Gasanov Z. G. Sotsialno-kulturnıe tsennosti skifov: drevnih aşguzov/işkuzov/guzov, Türk Akademiyası, Prosper Print, Astana, 2013.
____________, Çar İskitler: İskitler ve Eski Oğuzların Etno-dil Özdeşleştirmesi, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2009.
____________, “İskit Etnoniminin Okunuşu”, Tarih Dergisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 2010, Sayı 50, 2009/2, s. 1-10.
* Herodot = Gerodot, Istoriya, (perevod G. A. Stratanovskogo), Nauka, Leningrad, 1972.
* Hirth, F., The Ancient History of China: to the end of the Chou dynasty, Columbia University Press, New York, 1908.
* Hodder, I., Theory and practice in archaeology, Routledge Curzon, London & New York, 1992.
* Hulsewe, A. F. P., (trans.),  China in Central Asia. The Early Stage: 125 B.C.-A.D.23. An Annotated Translation of Chapters 61 and 96 of the History of the Former Han Dynasty, Brill, Leiden, 1979.
* İbn Battuta. Trafels in Asia and Africa 1325-1354, (trans. H. A. R. Gibb), Routledge & Kegan Paul, London, 1929.
* Jagchid, S. – V. J. Symons, Pease, War, and Trade Along the Great Wall: Nomadic Chinese Interaction through Two Millenia, Indiana University Press, Bloomington & Indianapolis, 1989.
* Kao, Chu-hsun, “The Ching Lu Shen Shrines of Han Sword Worship in Hsiung Nu Region”, Central Asiatic Journal,  V/3, 1960, p. 221-232.
* Karlgren, B., Philology and Ancient China. Aschhehoug & Co, Oslo, 1926.
* Kniga Marko Polo, (perevod I. P. Minaeva), Gos. iz-vo geografiçeskoy literaturı, Moskva, 1955.
Koroğlu. Çaşıoğlu, Bakı, 2004.
* Laufer, B., “Use of Human Skulls and Bones in Tibet”, Field Museum of Natural History, Department of Anthropology, Chicago, No. 10, 1923, p. 9-24.
* Letopis Feofana Vizantiytsa: ot Diokletiana do tsarey Mihaila i ego sına Feofilakta, (perevod V. I. Obolenskogo, F. A. Ternovskogo), Moskva, 1884.
* Lindow, J., Norse Mythology: A Guide to the Gods, Heroes, Rituals and Beliefs. Oxford University Press,  New York, 2002.
* Liu Hsü and others (887-946 A.D.), Chiu T’ang shu (The old history of the T’ang dynasty, 618-907) (Po-na ed.), (Çince) Reprinted in Taipei, 1967.
* Maenchen-Helfen, O. J., The World of the Huns: Studies in their History and Culture. University of California Press, Berkeley, Los Angeles & London, 1973.
* Malov, S. E., Pamyatniki drevnetyurkskoy pismennosti: tekstı i issledovaniya, Iz-vo AN SSSR, Moskva–Leningrad, 1951.
* Minns, E. H., Scythians and Greeks: a Survey of Ancient History and Archaeology on the North Coast of the Euxine from the Danube to the Caucasus, Biblo and Tannen, New York, 1971.
* Povest vremennıh let, (perevod D. S. Lihaçeva), Im Werden Verlag, Moskva–Augsburg, 2003.
* Pristsian, “Zemleopisanie”, Antiçnıe istoçniki po istorii Azerbaydjana, (Aliev, K. G.) Elm, Baku, 1978.
* Raşid ad-Din, Sbornik Letopisey, (Hetagurov, L. A.), t. I kn. 2. Moskva–Lenigrad: Iz-vo. AN SSSR, 1952.
* Shiratori, Kurakichi, “On the territory of the Hsiung-nu prince Hsiu-t’u Wang and his metal statues for heaven worship”, Memoirs of the Research Department of the Toyo Bunko (the Oriental Library), Tokyo, 1930, No. 5, p. 1- 77.
* Sima Qian, Records of the Grand Historian: Han Dynasty II, Burton Watson (trans.), Columbia University Press, Hong Kong & New York, 1993.
* Tarhan, T., “İskitlerin Dini İnanç ve Adetleri”, Tarih Dergisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Sayı 23, 1969, ss. 145-170.
* The Gothic History of Jordanes in English version. With an  introd. and comment. by Charles Mierow. Speculum Historiale, Barnes & Noble, Cambridge-New York, 1960.
* Thordarson, F., “The Scythian funeral customs: some notes on Herodotus IV, 71-75”, A green leaf. Papers in honour of Professor Jes P. Asmussen (Acta Iranica, 28), Brill, Leiden, 1988. ss. 539-547.
* Trippet, F., The First Horsmen, Time Life Books, New York, 1974.
* Watson, Burton (trans.), Courtier and Commoner in Ancient China, Selections from the History of the Former Han by Pan Ku, Columbia University Press, New York & London, 1974.
İSKİT VE TÜRK-MOĞOL HALKLARINA AİT AYNI GELENEKLER, KÜLTLER VE PSİKOLOJİK ÖZELLİKLER
Dr.ZAUR HASAN-OĞLU HASANOV
His book in Russian language:
Tsarskie skifi etnoyazikovaya identifikatsiya tsarskikh skifov i drevnikh oquzov.
in Azerbaijan Turkish:
ya da Türkçe olarak
Çar İskitler, Zaur Hasanov
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı,2009
ISBN 9754981933
İlginizi çekebilecek bir blogta Çar İskitleri üzerine notlar

Low and Philosophy Animations


What is Love? BBC Philosophy Animations Feature Sartre, Freud, Aristophanes, Dawkins & More

The BBC’s recent series of Nigel Warburton-scripted, celebrity-narrated animations in philosophy haven’t shied away from the hard questions the discipline touches. How did everything begin?What makes us human?What is the self?How do I live a good life? In all those videos, Gillian Anderson, Stephen Fry, and Harry Shearer told us what history’s most thought-about thinkers have had to say on those subjects. But for the latest round, Warburton and The Hobbit‘s Aidan Turner have taken on what some would consider, at least for our practical purposes, the trickiest one of all: what is love?

You might not turn to Jean-Paul Sartre, life partner of Simone de Beauvoir, as a first love consultant of choice, but the series devotes an entire video to the Being and Nothingness author’s theories on emotion. The freedom-minded Sartre sees the condition of love as a “hazardous, painful struggle,” one of either masochism or sadism: “masochism when a lover tries to become what he thinks his lover wants him to be, and in the process denies his own freedom; sadism when the lover treats the loved one as an object and ties her down. Either way, freedom is compromised.”

Have we any lighter philosophical perspectives on love here? Well, we have a variety of philosophical perspectives on love, anyway: Aristophanes’ creation myth of the “missing half,” Sigmund Freud and Edvard Westermarck’s disagreement over theOedipus complex, and the conviction of “psychological egoists” from Thomas Hobbes to Richard Dawkins that no such thing as strictly selfless love exists. The philosophy of love, like love itself, can get complicated, but the clear and witty drawings accompanying the ideas discussed in these videos can help us envision the different ideas they encompass. Should you need even clearer (or less witty) illustrations on the subject, you could always turn to Love Isthough I have a feeling you’d find that solution a bit too simple.

Watch all of the animated videos in the What is Love? playlist here.

Related Content:

What is the Self? Watch Philosophy Animations Narrated by Stephen Fry on Sartre, Descartes & More

How Did Everything Begin?: Animations on the Origins of the Universe Narrated by X-Files Star Gillian Anderson

What Makes Us Human?: Chomsky, Locke & Marx Introduced by New Animated Videos from the BBC

How to Live a Good Life? Watch Philosophy Animations Narrated by Stephen Fry on Aristotle, Ayn Rand, Max Weber & More

How Can I Know Right From Wrong? Watch Philosophy Animations on Ethics Narrated by Harry Shearer

Download 130 Free Philosophy Courses: Tools for Thinking About Life, Death & Everything Between

Lovers and Philosophers — Jean-Paul Sartre & Simone de Beauvoir Together in 1967

Colin Marshall writes on cities, language, Asia, and men’s style. He’s at work on a book about Los Angeles, A Los Angeles Primer, and the video series The City in Cinema. Follow him on Twitter at @colinmarshall or on Facebook.

 

http://www.openculture.com/2015/08/what-is-love-bbc-philosophy-animations-feature-sartre.html